5 Kasım 2007 Pazartesi

Açılış Konuşmaları

Saat: 10:30-11:30
Yer: İTÜ Habitat Salonu

Konuşmacılar:
Cumhur Güven Taşbaşı (İstanbul Vali Yardımcısı)
Mahir Namur (Avrupa Kültür Derneği Başkanı)
Nan Van Houte (IETM Başkanı)
Selda Paydak (Avrupa Komisyonu Türkiye Delegasyonu)

Cumhur Güven Taşbaşı
Hoş geldiniz.
İstanbul’da böyle bir toplantının düzenlenmesinden dolayı çok mutlu olduğunu belirtti. AKD ve işbirliği ortaklarına organizasyon için teşekkür etti. Geçtiğimiz ayın 11’inde Avrupa Komisyonu’nun Kültür Jürisi tarafından Almanya’nın Essen ve Macaristan’ın Pecs şehri ile birlikte İstanbul’un 2010 yılı Avrupa Kültür Başkenti olarak seçildiğini hatırlatan Sn. Taşbaşı, jürinin kararının Kasım ayında Avrupa Parlamentosu’ndan geçtikten sonra kesinleşeceğini ekledi. AB görüşmelerinin devam ettiği günlerde kültür başkentliğinin AB’nin genişleme sınırları içinde AB’ye aday ülkelerden biri olarak Türkiye için çok önemli ve mutluluk verici olduğunu vurguladı. Kültürün dünyada insanların sosyal ve ekonomik hayatını etkiler hale geldiğinden bahseden Sn. Taşbaşı, doğan kültür endüstrisine ve bunun insanlar ve toplum üzerindeki etkisine dikkat çekerek, bu bağlamda bu toplantının tüm katılımcıların ülkelerinin kültürlerine ciddi bir destek sağladığını vurguladı. Yurtdışından gelen katılımcılara İstanbul’da bulundukları süre boyunca şehrin tarihi ve doğal güzelliklerini görmelerini tavsiye ederken bunu yaparken de dünyanın tüm diğer metropollerinde de olduğu gibi dikkatli davranmalarını istedi. Sn. Taşbaşı konuşmasını katılımcılara çalışmalarında başarılar dileyerek tamamladı.

Mahir Namur
Sözü alan Sn. Namur bu tür organizasyonların kendimizden bahsetmek üzere değil, sivil topluma ve kültür yaşamının aktörlerine bir konuşma ve fikir/bilgi alışverişinde bulunma ortamı sağlamak amacıyla düzenlendiğini hatırlatarak, sadece üç yıl önce kurulan genç STK Avrupa Kültür Derneği’ni tanıttı. Kültür yaşamının aktörlerini içeren fakat bunlarla sınırlı kalmayan sıradan insanlar olduklarını söyleyen Sn. Namur, kültüre katkıda bulunmak isteyen bir STK olduklarını vurguladı. Son 5-6 yıldır gördükleri temel sorunun Türkiye’nin AB’ye entegrasyon sürecinde AB- ve Türkiye’nin kültürel ilişkilerinin toplumda konuşulan konular arasında hep üst sıralarda yer aldığını, fakat bunun hep politik ve ekonomik çerçevede yapıldığını belirtti. Aslen sürecin toplumların entegrasyonu olduğunu, bu organizasyonun düzenlenme sebeplerinden birinin kültürün AB- Türkiye ilişkilerinde öne çıkması ve sivil toplumların birbirlerini soruşturmaya, birbirleri hakkında merak duymaya, birbirleriyle konuşmaya ve sonuçlara varmaya başlamaları olduğunu söyledi. Bu organizasyonu IETM (Sivil Avrupa Tiyatro Buluşması) ile birlikte düzenlediklerini, bu yılki Forum’un IETM İstanbul Kültür Forum’unda olarak adlandırılmasının da bu yakın işbirliğini vurgulamak üzere olduğunu ekledi. Bu işbirliğinden çok şey öğrenildiğini, sürdürülebilir kültürel bir birlikteliğin sağlanması ve işbirliğinin bu organizasyondan sonra da uzun yıllar devam etmesi için bu 4-5 günlük platformun yeni işbirliklerine yönelik olarak hazırlandığını duyurdu. Platformun oluşturulmasında IETM’in yanı sıra 20’nin üzerinde ortakla da işbirliği yapıldığını ve bu işbirliği sürecinin her iki taraf için de bir öğrenme süreci olduğunu belirtti. Bu şekilde bugünlere geldiklerini söyledi ve Türkiye-Avrupa ilişkilerinde kültürün ön plana çıkarılması ve bunun üzerine konuşulmasında rol aldıkları için katılanlara teşekkür etti. Sözü Nan Van Houte IETM Başkan Yardımcısı’na bıraktı.

Nan Van Houte
Nan Van Houte konuşmasına eğer IETM herhangi bir şeye ilişkin ise o da buluşmadır diyerek başladı. “Öyle görünüyor ki buluşma için İstanbul’dan daha iyi bir yer yok, çünkü İstanbul’daki herşey buluşma üzerinde yoğunlaşmış gibi, öyle ki şehir günlük hayatı içinde coğrafi ve tarihsel olarak Doğu’nun Batı’yla ve Batı’nın Doğu’yla buluştuğu yerde yaşıyor.” Houte, İstanbul’un bir çok kültür çatışmasının anısını taşıyan, aynı zamanda Muhammed’in Hristiyan kabilelere barış içinde bir ortak yaşam önerisini de hatırasında yaşatan bir şehir olarak; sivil toplum hakkında konuşmak, Avrupa’ya bir ayağı dışarıda bakmak ve Avrupa ve Avrupa dışındaki çağdaş sanat hakkında konuşmak için doğru yer olduğunu belirtti. Houte sözlerine, çağdaş sanatın salt kendi becerileriyle, önyargıları sarsarak, kimliklerle oynayarak, ideolojilere karşı koyarak ve güçlüyü memnun etmeyerek sivil toplum için büyük bir destek olarak kendini kanıtlamış olduğunu, insanlara gerçekliğimizi değerlendirebilecekleri yeni bakış açıları sunduğunu ekledi. Bu toplantının, Türkiye’de, insanın kendi hayatında ve dünyanın geri kalanında sanat alanında neler olduğuna dair tüm katılımcıları yeni bakış açılarına kavuşturmasını umduğunun altını çizdi. Herkese iyi toplantılar dileyerek sözlerine son verdi.

Selda Paydak
Bu projeye kaynak sağlayan Avrupa Komisyonu’ndan Selda Paydak sahneye davet edildi. M.Namur projenin, AK delegasyonunun sivil toplumlarının Ankara ile diyaloğu vasıtasıyla desteklendiğini ve S. Paydak’ın da AK’nin Ankara’daki temsilcisi olduğunu belirtti. Sn. Paydak bu renkli etkinliğe katılan Avrupa’nın ve Türkiye’nin farklı yerlerinden gelen katılımcılara ve sanatçılara, medya mensuplarına ve İstanbul’un sanat kültür dostlarına “Hoşgeldiniz” diyerek konuşmasına başladı. Özellikle sivil toplum diyaloğunun geliştirilmesi ve desteklenmesi açısından 400’den fazla kuruluşu bir araya getiren böyle bir etkinliğin AK açısından büyük bir önemi olduğunu vurgulayan Sn. Paydak AK Türkiye delegasyonu olarak sivil toplum diyaloğu çerçevesinde böyle bir etkinliğe destek vermekten büyük onur duyduklarını ifade etti. AK Türkiye delegasyonunun sivil toplum diyaloğu çerçevesinde Türkiye’deki kuruluşlarla uzun yıllardan beri çalışmalarının süregeldiğini vurgulayan Sn. Paydak, bu çalışmaların Türkiye’nin AB ile ilişkilerindeki yeni döneme paralel olarak yeni bir aşamaya girdiğini belirtti. 3 Ekim 2005’teki katılım müzakerelerini takiben, Türkiye’nin AB yolundaki sürecinde sivil toplumun katılımının rolünün önem kazandığını vurgulayan Sn. Paydak, bu önemi ortaya koyan belgelerden bir tanesinin Avrupa Konseyi’nin Aralık 2004’te verdiği tavsiye olduğunu belirtti. Bu tavsiyenin; “katılım müzakerelerinin Türkiye ile başlatılması ve bu süreçte sivil topluma küçük bir yer verilmesi” olduğunu anlatan Sn Paydak, bunun yanı sıra Ekim 2004’te Avrupa Komisyonu’nun diğer aday ülkelerle birlikte Türkiye hakkında hazırladığı ilerleme raporunda; Türkiye’deki STK’larla AB’deki STK’ların diyaloğunun artırılması, karşılıklı anlayışın geliştirilmesi amacıyla Komisyon’un birtakım tedbirler almasının üzerinde durulduğunu ekledi. Türkiye’de ve AB’de sivil toplumların bir araya gelerek konuşması, tartışması ve karşılıklı bilgilenmesinin gerektiği pek çok konu olduğu için bu tedbirlerin gerekli olduğunu belirtti. Komisyonun raporunda belirtilen bu konular arasında kültürel farklılıklar, din, terörizm, göç gibi şu anda da Türkiye’nin gündeminde olan AB ile ilişkilerinde çok sık siyasi ve toplumsal gündeme gelen konular olduğunu vurgulayan Sn Paydak, bu konuların STK’ların bir araya gelerek tartışması vasıtasıyla insanların kafalarındaki soru işaretlerinin iletişim yoluyla çözümlenmesinin hedeflendiğini ekledi. Avrupa Komisyonu’nun bu çerçevede hazırladığı tekliflerden bir tanesinin sivil toplum diyaloğunun güçlendirilmesine ilişkin bir program olduğunu anlatan Sn Paydak, ileriye dönük olarak bu şekildeki toplanmalara yönelik yeni girişimlerin bulunduğunu söyledi. 2006 yılında 40 milyon Avro bütçeli Türk ve Avrupa STK’larını bir araya getirmeye yönelik bir program düşünüldüğünü ifade eden Sn Paydak, önümüzdeki birkaç ay içerisinde duyurulması planlanan bu programın sivil toplum diyaloğu çerçevesinde sadece kuruluşların değil, belediyeler, üniversiteler, gençlik örgütleri, akademiler gibi toplumun tüm kesimlerini destekleyen bir program olduğunu anlattı. Sn. Paydak Avrupa Komisyonu delegasyonu olarak son yıllarda önemli etkinliklerde STK’larla birlikte çalıştıklarını, bunların başında 2001’de ilan edilen “sivil toplum diyaloğu programı”nın geldiğini, bu programın STK’ların desteklenmesi ve güçlendirilmesine yönelik sadece şehirlerdekilerin değil bölgesel oluşumların da faydalanabileceği bir program olduğunu belirtti. Bunun dışında Avrupa İnsan Hakları ve Demokrasi girişimi altında, Avrupa Ufukları ve Mozaik Kültür Programı çerçevesinde STK’lara destek verdiklerini anlatan Sn. Paydak, 2006 yılında açılacak yeni programlara katılımcıların burada kurdukları işbirlikleriyle devam edeceklerini umduğunu söyledi. Toplantının konusunun Avrupa’nın Sınırları olmasına rağmen toplantıda sivil toplum diyaloğunun sınırlarının da konuşulmasını, bunun nasıl genişletileceğinin tartışılacağı bir platform olacağına inandığını belirten konuşmacı, teşekkür ederek konuşmasını bitirdi.

Ses Performansı “İstanbul” Çiğdem Borucu

Panel - Avrupa'nın Sınırları

PANEL - AVRUPA’NIN SINIRLARI

Saat: 11.00 - 13.00
Yer: İTÜ Habitat Salonu

Oturum Yöneticisi:
Beral Madra (Küratör,Sanat Eleştirmeni ve AICA Başkanı, Türkiye)
Konuşmacılar:
Svetlana Racanovic (Sanat Tarihçisi, Eleştirmen ve Küratör, Karadağ)
Ahmed Abdalla (Al-Jeel Sosyal Bilimler Merkezi, Mısır)
Meyda Yeğenoğlu (ODTÜ Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi)
Cengiz Aktar (AB Uzmanı, Bahçeşehir Üniversitesi)

Beral Madra
“Sınırlar” 80’lerin başından beri konuştuğumuz halen kritik bir konu. Son yirmi yılda iki farklı görüşle karşılaştık. 1996’da Samuel Huntington “Medeniyetler çatışması” teorisinde “insanlığın büyük bölünmeleri ve ihtilafların başlıca kaynağının kültürel olacağını ve ulus devletlerin dünya işlerinde en güçlü aktörler olarak kalacağını fakat küresel politikalardaki prensip ihtilafların, farklı medeniyet grupları ve milletleri arasında çıkacağını, böylece medeniyetler çatışmasının küresel politikaya egemen olacağını ve medeniyetler arasındaki fay hatlarının geleceğin savaş hatlarını teşkil edeceğini” ilan ediyordu. Bu bildiriden on yıl sonra, dünya bu cesur ve biraz da şaşırtıcı görüşü yerine getirme yolunda görünürken, bazı milletler eskisinden daha sıkı bağlar içindeler. 2001’de Edward Said, Huntington’un bildirisini “Cehaletin çatışması” makalesinde eleştirdi. “Belirgin şekilde savaşan medeniyetler arasındaki bağlar, çoğumuzun inanmak istemeyeceği kadar sıkı. Freud ve Nietzsche her ikisi de dikkatle korunan hatta polis denetimindeki sınırlarda trafiğin çoğu zaman ürkütücü bir kolaylıkla nasıl hareket ettiğini ve bizim hepimizin gelenek ve modernliğin derin sularında yüzdüğümüzü gösterdiler batılılar, Müslümanlar ve diğerleri. Ve bu sular tarih okyanusunun bir parçası olduğuna göre, bunları engellerle bölmeye çalışmak boşunadır.” Gergin zamanlarda olsak bile ben Said’in görüşünü takip etmek istiyorum ve diyorum ki bazı fay hatlarına rağmen AB, gelenek ve modernliğin derin sularında yüzmeyi vücuda getiren daha sıkı bağlar ve ortak aklın bir örneğidir. Yakın zaman tarihi bize kültürün antidemokratik siyasi manevralarla ve yollarla manipüle edilebileceğini hatta bertaraf edilebileceğini öğretmiş olsa da, ebedi olabileceğine de şahit olduk.

Ahmet Abdalla
(Sn. Abdalla konuşmasına Fransızca bir giriş yaparak başladı.) Küçük bir oyunla, -Başkan ve tercümanları da şaşırtarak- Fransızca lisanını merkeze koymak suretiyle Türkçe ve İngilizce lisanlarını marjinalize etmeyi başardım, fakat böylece dinleyiciler arasındaki Fransızca konuşanlarla da siyasi bir akrabalık kurmuş gibi göründüm. (Toplantıda Fransızca tercüman bulunmuyordu.)
Belirli tercihler yaparak yeni bir gerçeklik yaratmak mümkündür: belli bir lisanı konuşmayı seçerek. Sınır yoktur, sınırlandırma vardır. Sınırları biz yaratırız. Bu bir tercihtir. Bu tercihi, bu seçimi yapmazsak, bir sınır olamaz.
Bu sabah otel penceresinden Taksim meydanında ezanı duydum, meydandaki insanların hareketlerinin sesleri, müzik ve ritmik bağlantılar. Endüstri, ruhanilik ve kültürün birleşimi.
Kültürün sanayileşmesinden ziyade, sanayinin kültürleşmesi konuşulmalı. Kültür daima ayrıcalıklıdır, iş hayatı hakkında değildir, sanayi ürünleri hakkında değildir, insan maneviyatı, kalbi, ruhu hakkındadır.
Sınırlardan ve sınırlandırmadan kültür bağlamında bahsedeceksek aşağıdaki hususları bilmek zorundayız.
1. Sınırları bizim sınır olarak tanımladıklarımızın oluşturduğunu kabul edelim.
Gerçek sınır yoktur. Bu bir seçim meselesidir.
2. Sınırlar ve merkezler konumlandırmayla belirlenir.
Örneğin bir dünya haritasını düşünün. Baş aşağı çevrilse bile gene de dünya haritasıdır, değil mi ? Dünya bir toptur. Bu açıdan kimse merkez değil, kimse de marjinal değildir.
3. Açık, engelsiz bir iletişime gerek vardır.
Engel iletişimde kesintiye sebep olur. Çift yönlü iletişim önemlidir.
Özetlersek;
• Dillerin, lisanların ve kültürlerin sınırları bir seçim meselesidir.
• Haritaların ve kenarların sınırları bir konum sorunudur.
• Görüşlerin sınırı iletişim sorunudur.

Taksim’deki gece kulübü Maksim’i gördüm. Bir zamanlar Taksim’in merkezindeydi, şimdi bir kenarda, kimse görmüyor, fark etmiyor. Çıkıp aramak zorunda kaldım. “Taksim’de Maksim’e yazık oldu diyorlar. Merkez sınır/uç oldu. Hepsi seçim, karar verme, yapılandırma/yapısını bozma meselesi.
Söylediklerimi pekiştirmek için birkaç nokta :
1. Türkiye (Avrupa ile Asya arasında) veya Mısır (Afrika ile Asya arasında) gibi ülkelere bakınız, ikisi de iki kıta arasında uzanan çift kıtalı ülkeler, bunlara “marjinal” denilebilir mi ?
2. Akdeniz kıyılarındaki Korsika, Rodos, Sicilya, Sardunya, Girit, Kıbrıs gibi adalara bakınız. Hangisi “marjinal”, hangisi “merkez”?
Örneğin, Maltalılar, Arapça, İtalyanca ve İngilizce karışımı üç dilli bir lisan konuşur. Akdeniz’de bulunan küçük, samimi bir ada. Ona “sınır” diyebilirsiniz ancak kültürü sınır/marjinal değil, tam tersine.
Bütün senaryolara, insanlık yüzleşmeleri ve medeniyetlerin çatışması de dahil olmak üzere hazır olun. Bu seçimi yapmazsanız, terör, şiddet ve fanatizmin tüm zorluklarına rağmen bir gün, sadece Akdeniz’in kuzeyi ile güneyi, Avrupa ile sınırda kalanları arasında değil, ama aynı zamanda dünyadaki bütün insanlar arasında daha fazla karşılıklı anlayışa kavuşacağımızdan emin olun.
3. İslam konusu :
Radikal dincilerin rüyası Avrupa’yı İslamlaştırmak, ancak bu zorla olmaz. Benim gençliğimde, Hiristiyanlığın Avrupalılaştırılması söz konusuydu. Bütün dinler Avrupalaştırılmakta.
700–800 yıl önce Endülüs veya Balkanlardaki Osmanlı mevcudiyeti, göz ardı edemeyeceğiniz tarihi gerçekler. Dünya sadece Amerika’nın tanımladığı “yeni dünya”dan ibaret değil, hem “eski” hem “yeni” dünyanın toplamından oluşuyor.
4.Günlük hayatın akışı içinde, bana en az haftada bir döner kebabın yenmediği bir tek Avrupa şehrinin adını söyleyin. Her yerde bulabilirsiniz, buna “Türk yemeğinin Avrupalılaştırılması” diyebiliriz. Benzer şekilde makarna Akdeniz’in bir ucundan diğer ucuna uzanıyor. Şimdi bu durumda kim “marjinal” ?
5. Internet ve futbol sevgisi çeşitli milletleri bir araya getiriyor. Ünlü ve başarılı futbol kulüplerinin bütün dünyada hayranları var örneğin. Bu durumda da merkezle sınırı birbirinden ayırt etmek kolay değil.
6. Müzik de çift yönlü bir sistem. Avrupa’da Rai müziği dinleyebilirsiniz. Umman’da kadın enstrümentalistlerden oluşan bir senfoni orkestrası var. Bu Avrupa müziğinin Ummanlaştırılması mı ?
7. Şarklılık/oryantalizm sorunu (emperyalizm eleştirisi). Hiç birimiz sınır değiliz, her ikimiz de birbirimize göre merkeziz.
Bir misal olarak; Kristof Kolomb o büyük seyahatinde yanında bir Arap tercüman götürmüş çünkü “yeni dünya”daki insanların Arapça konuştuklarına dair bir algısı varmış. Bu da onun Arapları “marjinal” olarak görmediğini gösteriyor.
İki çeşit sınır vardır :
• Geçerli sınırlar, tarihin çarpıtılması, coğrafyanın manipüle edilmesi ve kavramların bozulması ile ortaya çıkarlar,
• Geçersiz/hükümsüz sınırlar mevcut olmayan sınırlardır ve bunlar gerçektir.

Svetlana Racanovic
Ben bir deyişle “çift sınır” sayılabilecek Karadağ’dan geliyorum. Karadağ Avrupa’nın sınırlarında ve bir bakıma Avrupa’nın dış sınır çizgisi olarak kabul edilebilir. Profesyonel olarak ben, kültür alanından- benimki gibi bir toplumda marjinalize edilmiş bir konumu olan sanat üretimi ve promosyonu alanından- geliyorum. Benimki gibi toplumlar; geçiş döneminin mücadelesini yaşayan, mutlu AB ailesine üyeliği hak etmeyi beklerken belirsizlik ve sabırsızlıkla karşılaşan toplumlar.

• Coğrafi, siyasi, teorik ve sembolik anlamda Avrupa’nın sınırları nerededir ?
• Avrupa’nın dış sınırında kim yaşıyor ?
• Avrupa’nın merkezi nedir ve sınırları nelerdir ?
Bunları konumlandırmaya niyetlendiğinizde karşılaşılacak zorluklar şunlardır: geçmişin hayaletini kovalamak, günümüzdeki çeşitli yanlış anlamalar, basmakalıp düşünceler ve önyargılarla baş etmek, çağdaş dünyada kişinin iktidar konumunun karar verici önemini karşılamak. Sınır belirleme hatlarının göreceliliğini ve tutarsızlığını deneyimleriz.
Balkan sendromu: kullanılabilecek mecaz; tahripkar ve kendini de tahrip eden etnik tutkular girdabı, tutarsızlık, güvensizlik için operasyonel matris kuralı. Kısaca, Balkanların sınırları üzerinde bir uzlaşma yoktur:
Sırplar için Balkanlar “işte şu aşağıda” Kosova veya Bosna’da başlar, böylece Sırbistan Hiristiyan medeniyetinin savunucusu/koruyucusu olacaktır.
Hırvatlar için Balkanlar Ortodoks Sırbistan’da başlar, böylece Hırvatistan batının demokratik değerlerinin koruyucusu olacaktır.
Slovenyalılar için Balkan Hırvatistan’da başlar, böylece Slovenya huzurlu orta Avrupa’nın son parçası olacaktır.
Bazı İtalyanlar ve Avusturyalılar için Balkan Slovenya’da başlar, böylece Slovenya sınırları hiddetli Slav kavimlerinin önünde cephe oluşturacaktır.
Almanların çoğu için Avusturya’ya (Balkanlarla olan çok sayıda tarihi bağları dolayısıyla) Balkan toplumunun fesadı ve verimsizliği bulaşmıştır, hatta bazıları için Bavyera’nın bile Balkan hastalığına karşı bağışıklığı yoktur.
Bazı kibirli Fransızlar için Almanya “Fransız inceliğine” çok yabancı olan Balkan acımasızlığı ile ilintilidir.
Bazı İngiliz muhafazakarları tüm Avrupa kıtasını, Brüksel yeni İstanbul olmak üzere yeni bir Tük İmparatorluğu gibi, İngiliz hürriyetini ve hakimiyetini tehlikeye atan despot bir merkez gibi algılamaktadır.
Bu olgu tanınmış Sloven filozof Slavoj Zizek tarafından “refleksif/dönüşlü ırkçılık” olarak adlandırılmıştır. Sınırların hareket ettirilmesi, sınır ve merkezin tüm alanlarının kaydırılması, konumunun değiştirilmesi olayıyla karşımıza, gerçek coğrafya yerine, gerçek alanlar üzerine karanlık ve baskı altındaki ideolojik düşmanlığını yönelten hayali bir harita çıkıyor.
Hepimiz Avrupa’nın merkezinin AB olduğu ve yeni sınırlardan oluşan bu natamam toprakların; dağıtımdan ve kudret sahibi olmaktan daha az nasibini alacak olan Avrupa sınırlarını temsil edeceğinde hemfikir olabiliriz.
Karadağ, siyasi açıdan milli ve kültürel kimlik olarak kendi içinde keskin olarak bölünmüş bir toplum. Karadağ için bağımsızlık oylaması 21 Mayıs’ta yapılacak. Bu bölünmüş toplum bir noktada birleşiyor: AB’nin eşit bir parçası olmak ortak arzu, ortak istek. Öngörülerin çoğu sabırsızlıkla beklenen AB ile kucaklaşma tarihini 2015 olarak gösteriyor. Böylece biz de ekşi üzümün tadıyla yetiniyoruz; herkes AB konusunda doğrudan deneyimi olan ve AB hayatının diğer yüzünün kısıtlamalar, sert kurallar olduğunu anlatan birisini tanıyor, onlar bize bu ağır muamele altına o kadar çabuk girmememizi nasihat ediyor. Ama yine de benim ülkemde hala herkes geleceğini bu istikrar ve birleşme süreçlerinde görüyor.
Avrupa’nın merkez ve sınırları arasındaki ilişki nasıl işliyor?
Bir hikaye-bir gerçek: Ünlü kozmetik firmaları AB üyeleri ve AB’ye üye olmayanlar için aynı isim altında farklı kalitede ürünler üretiyor. Düşük kalitede AB dışında dağıtıan bir kopya. Hepimizin bildiği gibi kültür ve eğlence endüstrisinde korsanlık AB’de suç unsuru muamelesi görmektedir. AB dışındaki ülkeler, bu tür uygulamalardan vazgeçmek zorunda ve bunu yaparak AB’ye AB standartlarını ve kurallarını kabul ettikleri ve davranışlarını iyileştirdiklerine dair bir işaret vermiş oluyorlar. Ancak düşük kalitede bir kopya ürün yapılmasıyla korsanlık, AB içinde yasallaşıyor. Bu da korsanlığı menşeine yani Avrupa sınırlarına geri getirmek demek. AB üyesi olmayan ülkeler aynı kaliteye layık değiller mi ? Aynı değerleri paylaştığımız aynı ismi kullandığımız-Avrupa, aynı ürünleri paylaştığımız (hepimiz için aynı olmayan) sadece görünüşte değil. Çok daha önemlisi hepimizin aynı güç oyununun, aynı sessiz uzlaşmanın bir parçası olmamız. Ben buna gerçeğin plastik cerrahi yoluyla güzelleştirilmesi diyorum, bu da gerçeği tahkim ettiğimiz anlamına geliyor. Konu kozmetikler veya görünüş değil. Bu; bizim içte, derinlerde, yüzeyin altında yatan, ters istikamette ilerleyen bazı süreçleri sakladığımız anlamına geliyor.
Çağdaş dünyada kültür bakımından yaratıcılık dalgalarını merkezden dış sınırlara harekete geçiren bazı merkezkaç kuvvetleri vardır. Biz hepimiz çağdaş dünyada küçük ve dış sınırlardaki kültürlerin yükselişine şahidiz. Yavaş yavaş uyanırken, kendimize güven kazanmaya, kendimizi aşağılık kompleksinden ve baskın yerel kültür kodundan kurtarmaya başladık. Ülkemizin uluslararası seviyede artık tanınmaya ve takdir edilmeye başlandığını gördük. Çağdaş, sanat alanındaki güncel eğilimleri takip ederek kültürümüz ve sanatçılarımız örneğin, Venedik Bienali’nde başarılı oldular.
Küçük ve dış sınırdaki kültürler neden patladı ve insiyatifi ele aldı ?
“Sıkıntının felsefesi” adlı kitabında Norveçli yazar Lars Svensen, sıkıntının “çağdaş dünyanın baskın duygusu” olduğunu keşfetmiş. J.G. Ballard’un romanından filme akttarılan ünlü David Cronenberg filmi “Carpışma” aşırılığı yeni bir zevk kaynağı ve hayatın yeni bir algılanma biçimi olarak keşfediyor.
Küratör Harald Seeman’den bir soru : “Batının tümü oldukça renksiz ve kansız oldu, hiçbir altüst etme yok, gelecek Balkanların. Harald Seeman’ın 2003 sergisi “Bal ve Kan” adındaydı ve Balkan’lara ithaf edilmişti. “Balkanları kendi hatrına kendinin karanlık fakat güçlü zıddı olarak yeniden yaratmak.”
Hayal gücü ve sanal katkı odağa yerleşti (örneğin Güney İtalya’da, cinsel temas sırasında kadınlar açık saçık hayallerini eşine anlatır) ve mutlak zevke yönelik faaliyetin gerekli bir parçası haline geldi.
Balkan sanatının alt üst edici enerjisi, onun yerel toplulukların sosyal ve kültürel basmakalıplarını kırma potansiyeli, meşhur Hırvat filozofu Boris Buden’in dediği gibi “sanatın söyleyecek bir şeyi olduğu ve sanatın etkisinin sadece pazar kanunlarının, sermayenin ilgisinin ve siyasi gücün ifadesine indirgenmiş olmadığı güzel eski zamanlara yönelik batı nostaljisinin izdüşümü” haline gelmektedir. Seeman bu deyişi kabul etmeyerek şöyle demekteydi “ Burada konu, egzorsizmi göstermek değil, fakat bir kültür düzeyini batılı duyarlılığıyla birleştirmektir.” Ancak bu o kadar kolay olmuyor. Bu sergiye ilişkin gerçek ve temkinli sözler bir politikacı tarafından söylenmişti. Avusturya’dan Sn. Erhardt Busek, Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı Özel Koordinatörü olarak sergi hakkında şu yorumda bulunmuştu: “Avrupa ile birleşmek isteyenler, Balkanları reddederek onun yerine bir güneydoğu Avrupa nosyonu koymalılar. Balkanlar sapkın ve baş aşağı dönmüş olan her şeyi temsil ediyor, öyleyse daha başka hakarete niye ihtiyacımız olsun?” Sergi, inşaat malzemeleri ticareti yapan, bu konuda uzmanlaşmış büyük bir şirkete bağlı olan bir Avusturya galerisi tarafından düzenlenmişti ve bu firmanın temsilcisi sergi katoloğuna şöyle yazmıştı: “Güneydoğu Avrupa yüksek önem taşıyor, özellikle ticaretin genişletilmesi bakımından çok ilgi çekici bir bölge.” ve bunun da sergiyi düzenlemeyi kabul etmelerinin sebebi olduğunu söylemişti.
Merkez ile sınırlar arasındaki ilişki, standartların, kuralların devamlı geliştirilmesi ve tümden kabulü, uygulanması ve tanınmasını hedeflemekte fakat gerçekte bunun tümü açık menfaat ve zayıf bir mantıklılıkla yönetilmekte. Aynı zamanda sınırların birleştirilmesi ve entegrasyonu süreçleri olarak da isimlendirilen standardizasyon ve istikrar süreçlerinde kültür, halihazırda ele geçirilmiş olan alanı/yerini kendine saklamalıdır. Bu alan; aykırılık için, birisinin kurallarından, fikirlerinden, talimat ve beklentilerinden kaçmak için bir boşluktur. Bu marjinalleştirilmiş kültürler için “olmazsa olmaz” dır.

Cengiz Aktar
Bu konunun görüşülmesinin zamanlaması çok yerinde, zira politikacılar önümüzdeki aylarda Avusturya’nın başkanlığında Avrupa’nın sınırlarını görüşecekler. Politikacıların görüşmeleri büyük ihtimalle buradaki kadar canlı olmayacak. Avrupa’nın sınırlarını taş duvarlarla örmek istedikleri anlaşılıyor. Her türlü ikincil düşünceye sahipler ve şimdi, bir gün, bir yerde AB projesinin durmasını istiyorlar.
Daha önceki genişlemelere baktım. Tabii ki, –İsviçre hariç – bütün genişlemeler Avrupa’nın sınırlarından ve uçlarından gelmiş. Ne zaman bir genişleme olsa, 1973’teki İrlanda, İngiltere ve Danimarka genişlemesi ile başlayarak, buna bir tartışma eşlik etmiş. Çeşitli sebeplerden dolayı, Fransızlar İngilizlerden nefret ediyor, Almanlar Danimarkalıları sevmiyor ve böyle devam ediyor. Tartışmalar, Yunanistan İspanya ve Portekiz’i, Akdeniz’deki üç eski diktatörlüğü içine alan ikinci büyük genişlemeyle beraber, devam etti. Bu genişleme gerçekleştiği sırada ben Paris’te öğrenciydim ve Fransızlar’dan bu üyeliklere karşı çıktıklarını dile getiren birçok olumsuz görüş duyduğumu hatırlıyorum. Fransızların İspanya’nın da bir gün kendileri gibi Avrupalı olacaklarını kavradıkları gün, eski günlerin Franko karşıtı dayanışmasının kayboluşunu görmek gerçekten ilginçti. Sonra 1975’te sözde zenginlerle yapılan genişleme geldi, Avusturya, İsveç ve Finlandiya. Bu defa tersine bir tartışma vardı, çünkü bu ülkelerin yaşam standartları daha yüksekti. Bu defa da İsveçli ve Finlilerin kıta Avrupası’nın geri kalanına “iyi davranış” dersi vermelerini görmek ilginçti. Sonra da en yeni, en problemli genişleme geldi. Çok kültürlü Malta ve Kıbrıs’ı kenara koyarsak, Orta doğu Avrupa’daki 10 ülkede, özellikle Avusturya ve eski doğu ile sınırı olan ülkelerde, bu yeni ülkelerin Avrupalılığı konusunda veya Avrupa’ya katılım fırsatını elde etmeleri hakkında tartışmalar oldu. 1973’te başlayıp bugüne kadar gelen tüm bu tartışmalarda, diğerleri için bahis konusu olmayacak bir şekilde üyeliği “soru işareti” olarak düşünülen/sorgulanan Türkiye’yi bir kenara koymak istiyorum. Doğu ve Orta Avrupa’ya karşı işleyen basmakalıplara galip gelen tartışma, 1989’dan sonra komünizm sonrası devirde yapılması gereken ve yapılmayan tartışma şimdi su yüzüne çıkıyor. Mayıs’ta politikacılar onların 2007’deki tam üyeliğine karar verirlerken, Bulgarların ve Romanyalıların bunun bedelini ödemesi gerekebilir. Dahası, batı Balkan ülkeleri ve Türkiye de bu “sınır tartışmasından” nasibini alacağa benziyor. Bu süreç, tarihsel ve coğrafi sınırları önemsiz kılıyor, ancak akli sınırları değil. Bugünlerde bunlar çok kuvvetli olarak yüzeye çıkıyor.
Batılıların başta ulus olmak üzere, iyi bilinen basmakalıplar ve yapıların her çeşidinin arkasına sığınmaya çalıştıkları bu had safhada tehlikeli yeni-milliyetçilik akımını tersine döndürmek için sanatçıların ve kültür dünyasının kadın ve erkeklerinin eserlerinin işlevi ve avantajı ne olacaktır? AB’ye red oyu vermiş olan Fransızlar komşularını görmekten bile nefret etmekte.
Bugün bir korku ortamı var ki bu hiç de iyi değil. Muhtemelen kültür dünyasının erkek ve kadınlarının yapacağı çok şey var ama onlardan önce, bu tehlikeli akımı ve su yüzüne çıkan milliyetçi söylemleri tersine çevirmek için politikacıların yapacağı daha çok şey var. Belki de bugün merkezdeki insanların en büyük korkusu, sınırların/uçların merkez haline geliyor olmasıdır.

MeydaYeğenoğlu
Avrupa’da bir organizasyonun açılış seremonisi olarak kilise çanlarının çaldığını farzedin. (biz ezan sesini kullandık).
Sınırlar üzerine yapılan her tartışma kaçınılmaz bir şekilde merkez ve merkeze koyma/konma tartışmasını da davet etmektedir. Avrupa’nın sınırlarını kim ve ne işgal etmekte diye sormayacağım, ama dikkatimi daha çok hareketlere ve aslında Avrupa’nın kendini bir kez daha bir merkez, bir birleşmiş varlık, yani çağdaş jeopolitik sahnesindeki konular ve olayların içinde egemen unsur olarak, “sömürgecilik sonrası şartlar altında” oluşturmasını sağlayan yeniden keşfedilmiş sömürgesel hareketlere çeviriyorum. İslam’ın bağımsız Avrupa anayasasındaki tersine rolü.
Türkiye’nin AB üyeliğine müracaatı ve Müslüman bir ülkeyi tahayyül etme olasılığı, Avrupa’daki liberaller ve aşırı sağ arasında İslam hakkında derinlere yerleşmiş oryantalist endişeleri kızıştırdı. İslam hakkındaki oryantalist huzursuzluk, Avrupa’nın sözde ayırdedici özelliklerini öne çıkarmak ve böylece Avrupa’nın Avrupalılığını ayrı kılmak isteği ile el ele gider. Avrupa’nın ortak Avrupa mirasının ve esas değerlerinin altını çizen söylemlere yakından bakıldığında; bunların dinle ilgili imalardan tamamen kurtulmuş olmadığı ve de Avrupalı kültür kimliğini tanımlamak için sarfedilen güncel gayretlerin içinde, dinlerin doğasını ve gücünü tartışmak için çok bereketli bir zemin sunduğu ortaya çıkmaktadır.
Avrupa tarihi, bütün çeşitlemelerinde ve tarihi eklemlerinde anlamı aynı kalan sabit ve tek bir esasın açılımı olarak görülemez. Yine de belli bazı özelliklerin değişmediğini veya tarihin akışı içinde Avrupa söylemine farklı biçimlerde eklemlendiğini fark etmek mümkündür. Bu özelliklerden bir tanesi; Avrupa için İslam’ın sorgulanamaz zıtlığıdır. Diğer bir deyişle, bu çeşitli tanımlar içinde ortak bir özellik olarak kalan, uygun bir Avrupa kimliği olarak görülenden İslam’ın dışlanmasıdır. Bu bağlamda İslam, Avrupa’nın dışında bir kurucu işlevini yerine getiren devamlı bir unsur olarak görülebilir.
İslam, Avrupa kimliğinin umulmadık birliğinin kurulmasına ters şekilde yardımcı olmuştur. Reform ve 17. yüzyıl ile beraber, Hıristiyanlığın birleştiriciliği vizyonu etkisini kaybetti fakat bu Hıristiyanlığın öneminin azalması anlamına gelmedi. Sadece Hıristiyanlığın Avrupalı devletler sisteminde bölgesel bir kimlik olma durumu son buldu. Aydınlanma ile beraber etkili hale gelen; kimliğin temelde dini bir tanımlaması yerine Avrupa’ya evrensel bir medeniyet projesi rolü atfeden laik bir tanımlamaydı.
Kimlik tanımlarındaki artan laikleştirmeye rağmen, Hıristiyan dünyası, Avrupa medeniyetinin kendini tanımlayabilmesinde baskın kültürel unsur olarak kaldı. Böylece toplumda kilise ile devlet arasında artan bir ayrım oluşurken, din Avrupa’nın sosyal ağ örgüsüne nüfuz etmiştir. Bu durumda şunu sorabiliriz: “Hıristiyanlık geçmişinden radikal bir kopma hiç oldu mu ve Avrupa kültürel kimliği bu tür bir dini tanımlama biçiminden ayrılma anlamına geliyor mu?”
Avrupalı kimliği söylemi ve belli bazı kültürlerin, bilhassa bir Müslüman ülke olarak Türkiye’nin, yeteri kadar Avrupalı olup olmadığına dair liberaller ve aşırı sağcılarca teklif edilen değerlendirme ve sınıflandırmalar, gündemi sözde Avrupa geleneğinin saflığını devam ettirmek suretiyle muhafaza edilmesi olan bir söylemin arazı olarak görülebilir. “Biz” Avrupalılar ile “onlar” Türkler, Müslümanlar ve diğerleri arasına çekilen sınırlar da, Avrupalı kimliğini diğer kimliklerle karıştırmamakla ilgilidir. AB ile ilgili söylemlerde yeniden vücuda gelen bütünleşme ve birleşme konuları, temelde ortak veya uyumlu bir Avrupa kimliğinin tanımlanması ile ilgilidir.
Ortak bir kadere sahip Avrupa’nın Birliği hayali, birlik hakkındaki bir fantazidir. Bu fantazi birlik, bölünme kabusu ile vurulmuştur. Avrupa’nın imtiyazlı bir kıta ve sınırları dışındaki barbarlara kıyasla medeni olduğu fantazisi, Avrupa’nın tarihinin temel aldığı oryantalist düşüncenin ortaya çıkma anıdır. İçerden bölünmeyi kabul etmektense AB söyleminin metni, dehşetini dışarıda konumlandırmaktadır.
Ortak bir kimlik ve paylaşılan değerler arayışı, kültürel farklılık gösterenlere bağlı olarak belirlenmiştir. Avrupa’nın Avrupalılık haritasını çıkarırken, çeşitli kültürler ve yaşam tarzlarının uyum sağlayıp sağlayamayacağı esas konu olmaktadır. Bu, fantezisi kurulan birlikten kültürel ve dinsel açıdan farklı olanlara karşıdır ve Avrupa’nın ortaklığı hayal edilir. Bu nedenle diğer kültürlerin uyum endişesi ve AB’de aranan uyum, aslında içerdeki öbürleri hakkında duyulan endişedir. Bu endişenin en barizleştiği an, AB’ye Müslüman bir ülkenin katılım olasılığı söz konusu olduğunda ortaya çıkmaktadır. Bu konuda mütereddit olanlar, çekincelerini sadece ülkenin dini konumu ile sınırlandırmamaktadır. Ülkenin adaylığının ciddi bir şekilde düşünülmesi halinde değiştirilmesi önerilen, insan hakları, pek çok hukuki, sosyal, ekonomik ve politik husus gibi sayısız diğer faktör söz konusudur. Türkiye, tarihe dayanan kuvvetli kökleşmiş laikliği dolayısıyla basit anlamda bir Müslüman ülke olarak kabul edilemez. Önemli olan, Türkiye’yi bir üye olarak kucaklamaktaki isteksizliği doğrudan ifade etmek değil, liberaller ve aşırı sağcıların bu isteksizliği ifade ediş biçimlerinin araştırılmasıdır. Avrupalı değerler ve Avrupa kültürü ile yaşam tarzı ile Türkiye arasındaki farklılıklar, Türkiye’yi gerçekte ve temelden Avrupa’nın dışında tutan unsurlardır. Dahil edilmesinin Avrupa’nın Avrupalılığına bir tehdit oluşturuacağı korkusu vardır. Resmi AB söyleminin beyan ettiği üzere “çeşitlilik içinde birlik”, bu farklılığın AB’ye dahil edilmesini tolere edemez.
2002’de Le Monde’un D’Estaing ile yaptığı röportajdaki beyanından bazı kısımlar: “Türkiye’nin AB’ye girmesine hiçbir zaman müsaade edilmemeli, zira Türkiye’yi kabul etmek, AB’nin sonunu telaffuz etmek olur.”
Türkiye diğer 15 üye ülke ile ve muhtemelen katılıma davet edilecek diğer 10 şanslı ülke ile mukayese edildiğinde “farklı bir kültüre, farklı bir yaklaşıma ve farklı bir yaşam tarzına sahiptir. Başkenti Avrupa’da değil ve nüfusunun %95’inden fazlası Avrupa dışında yaşıyor. Bir Avrupa ülkesi olamaz”.
“Türkiye’nin kabulü Fas başta olmak üzere diğer Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin kabul taleplerinin yolunu açacaktır” diyor, ki bu da ona göre AB’nin sonu anlamına geliyor. D’Estaing’in Avrupa’nın Avrupalılığını devam ettirmedeki ısrarında, kültürel farklılık deyimi çok önemli rol oynamaktadır, zira farklı kültür, yaşam tarzı ve yaklaşımı olan bu insanların varlığının Avrupa’nın kültürel özelliklerinin zayıflamasıyla sonuçlanacağı düşünülmektedir. O zaman da Avrupa’yı Avrupa olarak muhafaza etmek kolay olmayacaktır. D’Estaing’in söyleminde farklılıklar bölenin öbür tarafındakilere atfedilirken, Fransız cephesinin lideri Jean Marie Le Pen, milliyetçi söyleminde “farklı olma hakkı” sol sloganını kullanarak, Fransız halkının farklı ve ayırdedici karakterini azınlıkların etkisine karşı korumada ısrarcıdır. Her iki halde de konu; birliği tehdit eden gayrı medeni yaşam tarzı ile medeni Avrupa kültürü arasında ayrım yaparak Avrupa’nın ve/veya Fransa’nın saflığı ve birliğinin nasıl korunacağıdır. Avrupa’nın kim içinde, kim dışında sınırını çizerken, Avrupa’nın İslam ve Müslümanlar hakkındaki eski korkular ve endişeler yeniden su yüzüne çıktı. Bu endişe, Avrupa’da Avrupalılarla birlikte olmak iddiasını taşıdığı düşünülmeyen Osmanlı Türklerinden duydukları korkudan farklı olarak, bu defa Avrupa sınırları içinde Müslüman toplulukların ve İslam geleneklerinin varlığı hakkındadır. Farklı yaşam tarzları ile Müslümanlar, Avrupalılarla aynı medeniyet esaslarını paylaşmamaktadırlar. Müslümanların Avrupa diye anılan coğrafyada Avrupalılarla bir arada yaşaması öngörülemez, zira onların mevcudiyeti, Avrupa’nın İslamcılık yoluyla yok edilmesi potansiyel riskini taşımaktadır.
Le Pen’den bazı alıntılar:
“Bugün Fransa’nın kimliği siyaset kurumunun kozmopolit görüşleri tarafından tehdit edilmektedir.” “Fransız kimliği yok olma tehdidi altındadır. Eğer ülkemizi camilerle çevirmeye devam edersek ve çocuklarımız kültür zenginlikten yoksun o monoton Araplar ve Afrikalılar gibi olurlarsa, yarın Fransa’nın aynı kalacağına nasıl inanabiliriz?
İnsan, açıklamaya çalıştığım Avrupa söyleminin tanımının sadece aşırı grupların görüşlerinden mi oluştuğunu ve dolayısıyla sağ kanat yabancı düşmanı kültürün bir parçası olup daha liberal olan görüşü temsil edip etmediğini merak edebilir. Liberal görüşün bariz şekilde Avrupa’daki Müslüman varlığına daha fazla “tolerans” gösterdiği doğrudur. Ancak, ana akım versiyonunu daha yakinen incelediğinizde Müslümanların sadece İslami özlerinden sıyrılabildikleri, kültürel miraslarını terkettiklerim ve Avrupa kültürüne asimile oldukları ölçüde Avrupa’nın bir parçası olarak kabul edilebileceklerinin farkına varmak mümkündür.
Avrupa kimliğinin daha liberal şekillenmesinde Hıristiyan söyleminin artıklarını izlemek zor değildir. Hıristiyanlığın Avrupa’nın birleştirilmesindeki ayrıcalıklı konumunun katiyetle sona erip ermediğini sorgulayabiliriz. Belki de Avrupa Birliğinin yeniden şekillendirilmesinde artık yalnız başına Hıristiyanlık söylemi değil de bunun kültürel farklılaşma ve yaşam tarzı ile yer değiştirmiş olan laik versiyonları ve onun sonuçları etkindir. Bütün bunların ışığında, Hristiyanlığın eski birleştirici söylemindeki bir kırılmadan bahsetmek pek mümkün değildir. Son zamanlardaki söylemler, Avrupa’nın bu yeni kimlik tanımı arayışı girişimlerinin nasıl bir yeniden tanımlama olduğunu göstermektedir. Bu bariz yeni kimlik, aslında eski değer ve ideallerin laik söylemlerle canlandırıldığı yer değiştirmiş bir yeniden tanımlamadır.
Dolayısıyla, AB yapılanması “dini olanın geri dönüşü”nden bağımsız olarak düşünülemez. AB’nin söylemi içine yerleştirilmiş din bileşeni sadece, eski Hristiyanlık nosyonunun yeniden yüzeye çıkması veya nerdeyse yeniden canlandırılması olarak görülmemelidir. Aynı şekilde Hıristiyanlık ögesi basit şekilde AB içinde bir sapma işareti olarak da görülmemelidir. Daha çok, Avrupa ile İslamcı diğerleri arasında yeni bir sınır oluşturmak üzere dolambaçlı bir evren sunan öge olarak görülmelidir. Hristiyanlığın küreselleşme ve AB bağlamındaki yeni temsili, kültürel farklılık meselesine olan uzaklığından anlaşılabilir.
S: D’Estaing ve Le Pen’in tüm Avrupa’nın görüşlerini temsil ettiğini düşünüyor musunuz?
C (MY) – Tabii ki onlar Avrupa’daki tüm siyasi arena veya halkın temsilcisi değiller. Ben bu iki aşırıyı bilhassa seçtim ancak bu bizi yanılgıya sevketmemeli. Onlar tehlikeli bir eğilimi temsil ediyorlar. Liberal görüş onlar kadar güçlü değil. İslam fobisi Avrupa’yı yüzyıllarca şekillendirdi. Ben bu korkunun hala canlı olduğunu vurgulamak istedim.
S: Avrupa şimdiki gibi mi kalacak yoksa şekil değiştirecek mi? Fransızlar sömürgelerinin kültürlerini ihmal, asimile etmediler. Fransızlar en büyük İslam kütüphanelerinden birine sahip ve burada çokkültürlü çalışmalar yapıyorlar. Avrupa, İslam kültürü ile Avrupa kültürü arasında birbirini anlama yolunda bir denge bulmaya çalışıyor. Avrupa’nın İslamcı teröre yaklaşımı, İslam ile ilişki kurmaya çalışırken karşılaştığı kendi içinde bir sorun. Sizin bu husustaki görüşünüz nedir? Türkiye’nin bir katalizör olarak rolü:
C (MY) – Soru şöyle olmalıydı. “Nasıl bir Avrupa olsun istersiniz?” Bahsettiğiniz İslam kütüphaneleri kurma ve diyalog gayretleri güzel ama bunlar çıkış yolu değil. Bunlar yapısal konular. Tarihsel olarak kökleşmiş konular iyi niyetle veya kültürel diyalog oluşturarak, kütüphaneler açarak vb. çözülemez. Mesele kudret, yapısal güçlerdir. Liberal çokkültürlü görüş toleranslıydı fakat ancak 11 Eylül’e kadar yaygındı. Irkçılık/oryantalizm iyi niyetten çok daha güçlü.
C (AA)- İslamcı terör Avrupa’yı ama daha da çok İslam ülkelerini tehdit ediyor. Tehdit kaynaklarını bilerek ve nasıl başa çıkılacağını ve bir gün nasıl yok edileceğini bilerek ele alınmalı, bu küresel bakış, Avrupa’nınki değil. Avrupa’daki Müslümanlarla Avrupa vatandaşı veya Avrupa üyeliğine aday bir ülkenin vatandaşı olarak ilgilenmemenin veya etkileşimde bulunmamanın özrü olamaz. İrlanda’nın terörle ilgili sorunları ülkenin AB üyeliğini engellemedi, tıpkı Baader Meinhof gurubunun faaliyetlerinin Almanya’nın üyeliğini engellemediği gibi.
D’Estaing şimdi Avrupa’da bir uç (hatta biraz daha da ilerisi) olabilir. Fakat diğer taraftan, bir gün o ve onun fikirlerini onaylayanlar ana akım haline gelebilir. Avrupa kendi “tarih öncesi Avrupa” görüntüsüne, Hıristiyanlığın diğer dinlere karşı dinsel savunmasına bağlı kalıyor. Avrupa’nın Müslümanları reddedişi, ana yemekte beyaz biberin karabiber ilavesine itirazına benziyor. Halbuki işte her ikisi de baharat. Bu Avrupa’yı ileriye değil, geriye götürür.
C (MY)- İslamcı terör, fanatik İslam gibi deyimlere ihtiyatlı yaklaşıyorum, bunların hepsi yeniden incelenmeli, üzerinde düşünülmeli ve ciddi olarak ele alınmalı. Ayrıca devlet terörü de yeniden incelenmeli.
S: Hıristiyan Avrupa’nın karşı bir güç olarak Türkiye veya İslam hakkında geniş tereddütleri var, ama aslında büyük oranda laik Hıristiyanlık sonrası Avrupa, sizin de söylediğiniz gibi Fransız laiklik modeli veya diğer Avrupa ülkelerince geliştirilen diğer laik modeller, asıl bunlar sorulması gereken sorular, çünkü bugün Avrupa’nın medeni haklar temelini oluşturan bu model, Hıristiyanlığa karşı çok ciddi bir eleştiri kanalıyla geliştirilmiştir. Acaba konuşmacılar şuna iştirak ederler mi: pek çok durumda homoseksüellerin ve kadınların çağdaş medeni haklarına karşı doğrudan öğretilerde bulunan Hıristiyanlık ve özellikle Hıristiyan Kilisesine karşı aynı şüpheci yaklaşımı gösteren birçok Avrupa vatandaşının mantıklı tereddütlerine de eğilmek gerekmez mi? Siz de İslam’ın tek tanrılı olmayan inanç sisteminde aynı şekilde İslam öğretisinin de birçok durumda laik bir yapıda homoseksüellerin, kadınların veya başka grupların elde etmiş oldukları medeni hakların kullanımında zorluk çıkaracağının mantıklı bir tereddüt olduğuna katılıyor musunuz? Müslüman vatandaşlar Avrupa ülkelerinde yaşayabilirler mi veya çoğunluğu Müslüman olan diğer ülkeler büyük oranda laik Hıristiyanlık sonrası Avrupa toplumunun kuruluş temelinde yatan özel olan ve toplumsal olan arasındaki ayrımı benimseyebilirler mi? İslam’ın özel olan ve toplumsal olan hakkındaki anlayışı farklıdır. Hıristiyanlık Sezar’a ait olan şeyler ile Tanrı’ya ait olan şeyler arasındaki farkı gördü. Bu yapılabilir mi? Türkiye köklü bir şekilde laikleşmiş bir ülke olarak, ilginç bir şekilde bu köklü laikleşme modelini uygulamamış diğer İslam toplumları ile birlikte bu münakaşanın ortasına çekilmiş bulunmaktadır. Bu görüşü paylaşıyor musunuz?
S: Türkiye’nin Avrupa’da olup olmadığı sorusu bence bir çeşit ikiyüzlülük, çünkü bence Türkiye’nin dahil edilmesi halinde nüfusundan dolayı parlamentoda oylar merkezden Akdeniz ülkelerine kayacak. Bu, dinden ziyade ekonomi ve güç sorunudur. Sınırlar yeni merkez haline geliyor. Merkez ülkeler aynı problemleri, ihtiyaçları paylaştıkları için mi böyle oluyor? Bu bütünleşme problemlerinin genç nesille örtüşeceğini düşünüyor musunuz? Çünkü kişisel olarak her birimiz bir diğerimiz gibi hissediyor, aynı hayat görüşlerini paylaşıyoruz.
C (CA) - Bu bir nevi doğa kanunu, dış sınırlar merkez oluyor. Merkez gibi olmak idealdir. Belki de ideal iksir bir karışımdır. -Rumsfeld’in bir gün söylediği gibi “eski Avrupa”- yaşlanınca her şeyden korkmaya başlarsınız. Almanya, Fransa, İtalya, Benelüks ülkeleri gibi merkezin çekirdeğini oluşturan ülkeler, yeni liberal politikaların baskısı altında ekonomik bakımdan harp sonrası sosyal güvenlik toplumlarından daha başka bir şeye dönüşmenin büyük deneyimini yaşıyorlar. Bu dönüşüm uzun zaman önce İngiltere’de Sn. Thatcher tarafından başarıyla tamamlandı. Fransa ve Almanya şimdi bu süreçten geçiyorlar, hem de epey acılı olarak. Hiç kimse emeklilik, sosyal güvence, sağlık, eğitim, vs. ile ilgili sosyal ayrıcalıklarından vazgeçmek istemiyor. Bütün bu korkularda, karşılıklı şikayetlerde, hakaretlerde ağır bir ekonomik unsur söz konusu. Bununla nasıl başa çıkılacağını politikacılar bilmiyor. Her bir Batı Avrupa ülkesinde Le Pen’ler var. Kültürel farklılık konusu beni epey rahatsız ediyor. Tabii ki ülkelerin kültürel farklılıkları olacaktır. Polonya ile Türkiye’yi ele alalım, bunlar halen ağırlıklı olarak tarım ülkeleridir. Batı Avrupa toplumu tarım sonrası bir toplumdur, dinin ve askerin ağırlıyıyla el ele giden tarım toplumu olma durumunu geride bırakmıştır. Bugünün Avrupa’sı sevsek de sevmesek de esasta din, tarım ve asker sonrası bir Avrupa’dır. Türkiye gibi bir ülkeyi ele aldığınızda, imamlarla, askerler ve köylülerle dolu olduğunu görürüz. Sorun; kutuplaşmış bu farklılıkların nasıl evlendirileceği, nasıl bir araya getirileceğidir.
S (yorum): Avrupa’da terörizm veya İslamcı terörist hareketler Avrupa’nın kendi içinde çözmeye çalıştığı bir şey. Amerika bununla kendi ülkesi dışında mücadele etmeye çalışıyor. Bush’un Afganistan ve Pakistan’da yaptıklarını kasıtlı olarak Amerika içinde bir terör olayı meydana gelmemesi için yaptığına dair bir hipotez var. Avrupa, problemi İslam varlığını reddetmeden, dengede tutarak çözmeye çalışıyor. Bu teröre Avrupa yaklaşımı ile Amerikan yaklaşımı arasındaki bariz farklılık. Katoliklerle Yahudiler arasındaki İkinci Dünya Savaşı’ndaki çatışmaları hatırlatmak isterim. Avrupa kendi dini inançlarına sıkı sıkıya bağlıdır. Avrupa diyaloğu bilmez. Bu, şu an için Avrupa’nın dinle başa çıkma biçimi, gelecekte ne olur bilemiyoruz. Avrupa kendi söylediklerinden başka bir şey duymak istemiyor, bu da değişime karşı olmaya çalışmak demek ve bu da yaşlanmasının sebebi.
C (BM) - Eğlence kültürünün egemenliğine rağmen, sanat ve kültür halen dünyadaki en ilginç ve ilham verici siyasi platform.

Panel - Avrupa İçin Bir Ruh

PANEL - AVRUPA İÇİN BİR RUH

Saat: 14.30 - 17.00
Yer: İTÜ Habitat Salonu

Oturum Yöneticisi:
Steve Austen (Felix Meritis Vakfı, Hollanda)

Konuşmacılar:
Oruç Aruoba (Felsefeci, Yazar, Türkiye)
Enis Batur (Şair, Yazar Türkiye)
Alfred Pfabigan (Felsefeci, Avusturya)
Rose Fenton (Serbest Sanat Üreticisi ve Danışmanı, İngiltere)

Steve Austen
Bu panel gerçekten bugünlerde moda olan bir konuya ithaf edilmiş. Dolayısıyla, bu paneli düzenleyenler –eğer varsa şayet- “Avrupa için bir ruh”un tanımlanmasında gerekli olacak esaslara eğilinmesini öngörmüşler.
Ben Berlin’de iki yıl önce “Avrupa için bir ruh” girişimini başlatan bir grup vatandaştan biriyim. Bu girişimin başlangıcı; Hans Dietrich Genscher, Timothy Garton Ash, Bronislaw Geremek, Richard von Weizsaecker gibi lider politikacı/bilim adamlarının biraraya gelerek AB’nin o güne kadar politik/ekonomik işbirliğini temel alan doğasının, bizi vatandaşlar açısından daha iyi bir dünyaya yönlendirmediğine –özellikle Fransa ve Hollanda’da gerçekleşen referandum felaketlerinden sonra bu yeni bir görüş değil- karar vermesine dayanıyor. Eksik olan etmen en azından politikacıların görüşüne göre “kültür”dü. Amacımız, eğer AB ve AB’nin etrafındaki ülkelerle iletişiminin vatandaşlar için daha güçlü bir alana, daha etkin bir sivil topluma yol açması isteniyorsa ve sadece bu yolla AB’nin başarı sağlaması mümkünse, tüm ölçütlerin kültürel açıdan tanımlanmasını sağlamak. AB kültürel bir kavramdan başka bir şey değil ve görevi aralarında Europist’in de bulunduğu birçok vatandaşlık organizasyonuyla beraber bunu yerel, ulusal ve uluslar arası politikacıların aklına sokmak. Bu fikir Barroso tarafından birçok demeciyle desteklenmiştir. Ayrıca, Balkanlardaki barış süreci üzerinde çalışan Erhardt Busek ve diğer lider politikacılar da bu yaklaşımın sonuçları hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istemektedirler. Berlin’deki bu ilk duyuruyu takiben biz vatandaşlar olarak bununla ilgili konuşmak üzere bugüne kadar; Lizbon, Budapeşte, Belgrad, Novosibirsk, Barselona, İstanbul, Bükreş, gibi şehirlere davet edildik. Tüm bu toplantılar genç yöneticiler tarafından yönetilen çok küçük STK’lar tarafından düzenlenmekte. Avrupa’yı başarılı bir kavram haline getirecek bir unsur varsa bu; birlikte çalışmanın kültürel bir kavram olduğu nosyonuna sahip genç eylemci bir nesildir. Aksi takdirde ülkeler arasına yeni sınırlar koymuş oluruz ve gittikçe artan oranda ulus devletlerin kendi ayrımlarını kültürel bağlamlarla tanımladıklarına şahit oluruz.


Enis Batur
Ne zaman ne yaptığım sorulsa, dile getirmek zor geliyor. Hayatını yazıya adamış biriyim. Yazdıklarım içinde Avrupa bir tema/problem olarak merkeze geldi. Son 15 yıl içinde Avrupa ile ilgili bana da söz almak, düşünmek, yazmak, tartışmak düştü. Özellikle yurt dışı etkinliklerde konu ne olursa olsun, Türkiye-AB ilişkisi gündeme geldiği için kendime zaman içinde Avrupa’ya ilişkin düşünceler oluşturdum.
Yaklaşık 30 yıldır kültür hayatının çeşitli aşamalarında pek çok kolektif etkinliğe (yayıncılık, kitle iletişim gibi) katıldım, Türkiye’nin kültür hayatındaki boşlukları doldurmak için çaba sarfettim ve bunu sürdürüyorum.

Oruç Aruoba
Salondaki çoğunluk Türkçe için kulaklık kullandığına göre sakıncası yoksa konuşmamı İngilizce yapmak istiyorum.
Ben adına “felsefeci” denmiş garip yaratıklardan biriyim. Eskiden üniversitede ders veriyordum, şimdi bu tür organizasyonlarda konuşmalar yapıyorum.
Konumuz “Avrupa için bir ruh”. Bir ruh aranıyor. Bu ruh, dişi ya da erkek öldü mü? Yoksa Avrupa’nın hiç ruhu olmadı mı?
Matematik’teki eleme yöntemine göre; tarihi bir gözden geçirelim ve Avrupa’nın bugüne kadar sahip olmuş olduğu farklı ruhlara bakalım.
Her zaman varolmuş fakat fark edilmemiş belli unsurlar bulabiliriz.
Avrupa’nın sahip olduğu ruh kimin ruhuydu? Birinci ruh Kutsal Ruh, Hristiyanlık’tı. Avrupa uzun süre bu ruha sahipti. Nietzsche’nin bunun öldüğünü ilan etmesinden sonra, 19. yüzyılın yarısında bu ruhu kaybetti.
Daha sonra krallar ve imparatorların savaşları geldi. Neticede birkaç yüzyıl boyunca süren ulus adı verilen bir ruh keşfedildi. Bu ruhtan birden fazla vardı dolayısıyla savaşıldı, boğazlar sıkıldı ve bunlar birbirini imha etti. Sonra Hitler, Mussolini ve Stalin’in ruhları birbirleriyle çarpıştı.
1945’te Avrupa bütün bu ruhlardan bıktığına kanaat getirdi ve aramaktan vazgeçti.
Tüm ruhları elediğimize göre elimizde ne kaldı?
Hep varolan ama farkedilmeyen neydi?
Thomas More fikirlerini yaşamıyla uzlaştırabilen bir insan ruhunu düşünüyordu.
David Hume bilgi birikimini gerçek olduğunu bildikleriyle uzlaştırıp bunun aracılığıyla hayatı güçlendirmeyi düşünüyordu.
Immanuel Kant kendinde tüm insanlığı temsil edebilecek bir insanı düşünüyordu .
Marx yaşamını emeğinden çıkaran ve onun ürününe sahip olan bir insan düşünüyordu.
Nietzsche kendini tüm insanlığa bir gelecek olarak yaratabilecek bir insan düşünüyordu.
Bütün bunlar felsefi saçmalık.
Dikkatli bakıldığında Avrupa’nın ruhu; özgür birey ve yaratıcı insandır.
Ait olduğu toplumun özgür bir üyesi olan bir insan, toplum alanında özgür birey. Kendi hayatını yaratma yetisine sahip birey, yaratıcı ve yaratıcılığıyla başkaları için de yaratabilen insan.

Alfred Pfabigan
Avrupalılık fikriyle bağlantılı olan bir meslekten gelmiyorum, ben Viyana ve Kaliforniya Üniversite’lerinde eğitim veren bir filozofum.
Avrupalı olmanın ne anlama geldiğiyle ilgili tecrübem; Amerikan medeniyetiyle yakın temas halinde olarak onların kendi kültürel çeşitlilikleriyle nasıl başa çıktıklarını ve bizim kültürel çeşitliliklerimizle nasıl başa çıktığımızı/çıkamadığımızı öğrenmek.
Kimse bir ruhun ne olduğunu bilmiyor, kesin bir tanımı yok. Avrupa söz konusu olduğunda cinsini bile bilmiyoruz, dişi mi erkek mi?
Kültürün ruhunu bulmak bu sıralar moda.
Jacques Delors diyor ki, “Kimse ortak bir pazara aşık olmaz”.
Şu anda podyumda olan bizlerin farklı kültür tanımları var. Aydınlanmış ve erken sanayileşmiş Anglosakson tanım Avusturyalı’nın tanımından, Avusturyalı’nın tanımı Türk’ünkinden farklı.
Kültür uzun süre milliyetçilikle bağlantılıydı. Herkes kendi kültürünün üstünlüğüne inanır. Bu biraz da düşmanca bir kavram. Terry Eagleton “Kültür insanların uğruna öldükleri bir şeydir.” demiş ki, bunun sayısız örnekleri mevcut.
Kültür sisteminin içinde hiyerarşi mevcut. Yüksek kültür, popüler kültür, vb var. Masada bizimle beraber elitist bir sanat üreticisi var ve belki de “Eğlence gerçek sanatın düşmanıdır.” diye düşünen Adorno ve Kant’ın takipçisidir. Ben popüler kültürden hoşlandığımı itiraf etmeliyim. Tony Blair’in “yaratıcı endüstri” fikrinin müthiş olduğunu düşünüyorum.
Kültür muazzam bir ekonomik faktör. Bizler popüler kültürün alanında Amerika’nın baskınlığı altında acı çekiyoruz.
Sadece ekonomist değil aynı zamanda İngiliz Kültür Derneği’nin Başkanı olan John Meynard Keynes “Hollywood’un canı cehenneme” demişti. Buna karşı bir şeyler yapmalıyız.
Burada bu konferansta ve Steven’ınki gibi organizasyonların içinde bulunmak harika.
Kültürün ne kadar önemli olduğuna dair tüm demeçlere rağmen, halen entelektüeller ve sanatçıların fikirlerini tartışabileceği merkezi bir Avrupa dergimiz yok. Ben şahsen, Habermas-Derridas tartışmasıyla ilgilenenlerin, tüm tartışma sadece yerel gazetelerde yayınlandığı ve bununla ilgili yayınlanan kitaplar bile tamamlanmadığı için tartışmanın detaylarını Google’dan bulmak zorunda kalmalarının utanç verici olduğunu düşünüyorum. Kültürün rolünden ziyade, bu konuyu devamlı olarak tartışabileceğimiz dergi veya internette bir yer gibi ortamlar geliştirmekten bahsetmeliyiz.

Rose Fenton
Kültür başka başka ülkeler için ne anlam ifade ediyor? Yüksek ve alçak arasındaki ayrım yanlış bir ayrım, hangi açıdan baktığınıza bağlı. Ingiltere’de “entelektüel” kelimesi Fransa’dakinin tersine neredeyse bir hakaret.
25 yıl once LIFT (Londra Uluslararası Tiyatro Festivali)’i kurdum ve yönetmeye başladım. Çadaş uluslararası tiyatroyu Londra’ya getirdik. Ben hararetli bir enternasyonalizm taraftarı ve Avrupalı’yım. Başından beri, kültürün milliyetçilikle ilişkilendirilmesine, ada zihniyetine-“İngiliz kültürü en iyisidir” zihniyetine-, kasıtlı bir şekilde öteki seslerin ve biçimlerin gözardı edilmesine karşı mücadele ettik. Bu benim hayatımın emeli oldu.
Ben Avrupa’da yoğun olarak çalışan bir kültür yorumcusu/üreticisiyim. Çağdaş sanat sergileyen bir dizi toplantıya, festivale katılıyor, bir Avrupa düşüncesi yaratmak için tartışmalar açarak sınırları parçalarına ayırmaya çalışıyorum.
Mahir Namur’un açılış konuşmasından bir alıntı yapmak istiyorum: “Biz sadece birbirini merak eden sıradan insanlarız”.
Deneysel alanlara giren ve risk alan çağdaş sanatları yöneten bağımsız organizasyonlar. Transfer organizasyonları, fikirler kuluçkaya yatırılıyor ve daha sonra “ana akım” diye tabir edilen tarafından alınıyor. Ana akım nerede, sınır nerede? Bu da başka bir soru.
Sanatçılar genellikle sınır tanımaz, onlar benim kültürümü, ülkemi temsil etmek için değil, sadece sanatları aracılığıyla dünyayı keşfetmek ve fikirlerini paylaşmak üzere oradalar. Sınırlar politikacılar tarafından sanatçılar üzerinden konuyor ve bu çağdaş sanat festivalleri ve organizasyonları aslında gayet doğal olarak uluslararası çalışıyor.
Çağdaş sanat alanında faaliyet gösteren bu bağımsız organizasyonların birçoğu ayakta kalabilmek için imkansız ittifaklar, ürünler yaratmak zorunda. Sosyal, sanatsal, eğitsel, devletle ilgili ittifaklar. Bu tür bağlantılar her zaman aranagelmiştir. Bağlantılarımıza nasıl baktığımız, onları nasıl bulduğumuz kilit bir konu. Dragan Klaic’in “kültürlerarası yetkinlik” diye isimlendirdiği şeyi nasıl geliştireceğiz? Farklı gelecekleri hayal etmedeki farkımızı keşfetmemiz için sanat nasıl bir açık alan yaratmalı?
Kenyalı bir oyun yazarı, sömürgecilik sonrası bağlam hakkında diyor ki “Önemli olan bağlantıları görmektir. O zaman farklılıklar, benzerlikler ve kimlikler hakkında konuşabiliriz. Dolayısıyla bir köprü gibi görülen sınır; hiçbir kültürün kendi başına bir ada olmadığının, temas ettiği başka kültürler ve tarihlerden etkilendiğinin farkına varılması üzerine inşa edilmiştir. Bu farkındalık, çeşitli kültürel sınırlarımız üzerinde kurmak istediğimiz tüm diğer köprülerin de temelidir.”
Avrupa’nın ruhu sadece basit bir şekilde Avrupa’nın sınırları dahilinde değil ötesinde konumlanmıştır. Avrupa’nın ruhu ve hikayeleri aynı zamanda Afrika ve Asya’da da yerleşiktir. Londra gibi yerlerde örneğin, sıradışı melez bir kozmopolitanizm mevcuttur ve bu da bir nevi Avrupa’nın ruhu, Avrupa’nın ötesindeki bağlantıları, ve genişleyen yeni zuhur eden Avrupa’dır.

Steve Austen
Kişiden kişiye değişen, insanların kafasındaki tanımların çeşitliliği ve kültürün ulus devletlerin hükümetlerinin ellerindeki enstrümantalizasyonunu da unutmayın. Kanuna bağlı bir STK’nız olduğu sürece, hükümetinizin sürdürmenizi istediği kısıtlamalar ve imkanlara bağımlısınız. Yakın zamana kadar soğuk savaşın tatlı günlerinde kültürün; dünyanın geri kalanına toplumunuzun ne kadar da hoş olduğunu göstermenin bir aracı olduğunu ve bunun hala devam ettiğini de dikkate alın. Sözde yeni demokratik devletler olarak isimlendirilen Letonya, Bulgaristan ve yenilenmiş eski devletlerden Hollanda’nın yeni kültür politikalarına baktığınızda, hükümetlerin Maastricht anlaşması kanalıyla onlara verilen ellerindeki alanı gün geçtikçe daha fazla kullanmaya başladıklarını ve Avrupa Topluluğu tarafından rekabet ve homojenizasyonu kontrol edilmeyen tek alanın kültür olduğunu görürsünüz. Bunun sonucunda; Malta’nın bir senfonik orkestra kurmak isteyecek, Letonya’nın halihazırda senfonik orkestrası var ve tüm orkestraların bir diğerinden üstün olmasını gerekecek. Bir devleti diğerinden ayırdetmek için ihtiyaç duyulan kültür, kültürel savaşlar gerçek savaşlardan daha mı iyi? AB’nin üye devletlere -gün geçtikçe daha da milliyetçi hale gelen- kendi kültür politikalarına sahip olma izni veren politikası, bize daha iyi bir Avrupa getirecek mi? Kültürün sadece pozitif bir içerik malzemesi olduğunu hayal edebiliriz. Oruç, neticede bireyin sorumlu olduğunu ve Avrupa’nın insanlararası iletişim sürecinde rol alacağını umduğunun altını çizdi. Sn. Abdalla bize gözlerimizi kapatmak ve Avrupa’nın İslamlaştırılması ile İslam’ın Avrupalılaştırılması konuları arasında bir ayırım yapmak istiyorsak bunun iletişim kuran ve engelleri aşmak için yollar bulmaya çalışan bireysel sorumluluğa dayandığını ve bunun kültürel bir tanım olarak görülebileceğini öğretti.

Enis Batur
Avrupa’nın ruhu var mıdır?
Avrupa’nın gövdesi var mıdır? Tartışmaların zemini uzun süredir bunun üstüne oturuyor.
Avrupa’nın sınırları tanımlanamadığı için Türkiye’nin Avrupa’nın parçası olup olmadığı tartışılıyor. Bu gövde kolay tanımlanmayacak.
Siyasilerin tanımlarında coğrafi çerçeve arayışı egemen. D’Estaing bu anlayışın tipik örneklerinden biri. Pek çok kişinin kafasında Avrupa’nın doğu sınırlarına ilişkin katılaşmış bir tarif var. Bazı karşı görüşte Avrupalılar da mevcut, Türkiye ve bazı Kuzey Afrika ülkelerinin de kapsanabileceğini düşünenler de var. Bu fizyolojik gövde sorunu bizi epeyce meşgul edecek. Bu durum ruhun tanımlanmasına da etki ediyor. Gövdenin sınırlarına göre ruh tarifi değişecek. Ruh öldü mü ki? Ruh çağırma seansı düzenlesek kimin ruhu gelir? Adorno mu? O gelirse iyi, uzlaşabiliriz. Ama ya Dr. Mengele’nin ruhu gelirse? Avrupa’nın ruhunu Adorno temsil eder diyebilir miyiz? Avrupa’nın geçmişine, tarihine bakarsak, güç. Bu uç örnekleri bilerek seçtim. Onların temsilcisi olabilecek nitelikte yeni yaşayan ruhlar var karşımızda. Aydınlar, düşünürler, sanatçılar, bilim adamları. Biri Avrupalı diğeri değil diyemeyiz. Her ikisi de Avrupa kültürünün ürünü.
Farklı ülkelerin farklı kültür tanımı olabilir mi? Ülkelere özgü kültür tanımı olabilir mi? Yoksa bu ülkelerde yaşayan farklı dünya görüşlerine, farklı geçmişlere sahip bireylerin tanımına mı bakacağız? Örneğin; Avusturya’dan Freud’un ve Thomas Bernhard’ın kültüre bakış açıları ortak değil. Tam bir Avrupa kültürü tanımına ulaşmak mümkün değil. Benim gözümde Avrupalılık, Avrupa’da doğmuş olmayı gerektirmez. Örneğin; Buenos Aires’te doğmuş Borges ve Cortazar ortaya koydukları değerler göz önüne alındığında bana göre Avrupalı’dır. Belki kendilerine sorulsaydı Avrupalılık’tan taşan bir tanım getireceklerdi, bir tür “Evrensel Adem” kategorisine bizi götürmek isteyebileceklerdi. Avrupalılık deyince Avrupalı değerler bütünü de dikkate alınmalı. Bu değerler kendi içinde çatışmış da olabilir. Buluştukları ana bir damar olması gerekir. Rönesans, Fransız devrimi, aydınlanma çağı, sanayi devrimi sonrası, II. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası bir araya gelmiş yapıştırıcı değerler ve bunları bir araya getiren insanlar ve onların bıraktığı izler var elimizde.
Konu Avrupa’ya geldiğinde karşı kefede ayrıştırıcı değerler, dünya görüşleri, aidiyet tanımları var. Her kesimde bunlarla karşılaşıyoruz. Kuzey ligindeki bir Belediye Başkanı’nın “İtalyanlarla yabancılar aynı vagona binmesin” cümlesini duyalı çok olmadı .Önemli bir uygarlığın, zengin bir bölgesi. Bu cümle masum değil. Her an bize yabancılığımızı hatırlatıyor. Her zaman tetikte olmak zorunda olmak birey olarak beni tedirgin ediyor.

Steve Austen
1987’de Günther Grass tüm Avrupa’dan 20 meslektaşını davet ederek bir haftalık bir süre zarfında hangi Avrupalı figürün tüm dünya ülkelerinde tanındığını ve Avrupalı bir figür olarak görüldüğünü araştırdı, çıkan sonuç Güliver oldu. Bu figürün tüm ülkeler/diller için farklı bir anlamı vardı ve herhangi bir devlet, politik parti veya dini grup tarafından control edilemediği için bu pozitif bir sonuçtu.

Alfred Pfabigan
Ben de sonucu Dr. Faust ve Don Juan çıkan başka bir benzeri entelektüel girişim biliyorum.
Bilinen 7-8 tipik Avrupalı figür var. Dolayısıyla Avrupa’nın bedenini ve/veya ruhunu aramak pek manalı değil.
Bizim kültürümüzde bir havası olan “entelektüel” kelimesinin sizin kültürünüzde iyi bir ünü yok demek ki Rose. Bu tür moda terimler genellikle telafi işlevini görürler. Özellikle geç sanayileşen, zayıf veya geç bir aydınlanma yaşayan, tamamlanmamış bir burjuva devrimi geçiren, askerileştirilmiş, dinin etkisi altına alınmış ve tarımın egemen olduğu ülkelerde. Bu medeniyetlerde kültür, bir tür telafiyi ifade etmeye yarayan bir araç.
Televizyondaki bir belgeselde Thatcher’ın “İşte İngiliz malı” diyerek büfenin üzerine vurduğunu gördüm ve gözümün önüne Merkel’in şansölye konutunda dolaşıp “Alman meşesi” diyen görüntüsü geldi.

Rose Fenton
Veya benzeri şekilde İngiliz Havayolları uçaklarının yeni kuyruğunun uluslararası yaratıcı tasarımının tanıtımında Sn. Thatcher elindeki mendille kuyruğun üstünü kapatarak “İngiliz havayolları İngiliz’dir ve bizim İngilizliğimize sadık kalmamız gerekir.” demişti.

Alfred Pfabigan
Hala mükemmel bir anlatı arıyorsunuz ama hepimiz biliyoruz ki yapay kalabalıklar bir anlatı etrafında birarada tutulur. 30-40 yıllık bir süre boyunca bu anlatı milliyetçilikti, tüm Avrupa’da kolektif bir ruh hali vardı.
Avrupa’nın anlatısı; Avrupa’nın antik filozofi, dram, Roma hukuku, Roma politikası, rönesans, Hristiyanlık, reform, aydınlanma üzerine kurulu olduğu fikri. Bu anlatı işlemiyor. Aydınlanmanın diyalektiklerini gözardı ediyor. Hitler ve Stalin de aydınlanmıştı…
Adorno’nun kitleler için Avrupa’nın ruhunu temsil ettiği şüpheli.

Steve Austen
Eğer Avrupa’nın bir ruhu olacaksa, bir öz, bir fikir, bir his, bir tanım, bu Avrupa vatandaşları tarafından da paylaşılmalı diye belirtti Alfred. Bu tanımı yapabilecek kadarını bildiklerini düşünen ayrıcalıklı kişilerle sınırlı çevrelerde bunu tanımlarsak başarısız oluruz. Bilim alanındaki önemli Avrupalı çabaları, genel anlamda aydınlanmayı sürekli tekrarlama alışkanlığının bize artık yardımcı olmadığını vurguladı.

S (Yorum) - Değişim yönetimi kavramıyla Avrupa yüzleşmeli. Son 20 yılda muazzam bir değişim gerçekleşti ve Avrupa bununla başa çıkmada yavaş kaldı. Bu değişimle başa çıkmak, kullanılacak iletişimin biçimi bir diğer konu. İletişimin en uygun yolu diyalog kurmak. Değişime karşı bir direnç var. Bir ruhun genç özü kullanarak yaşlanması. Ruhunuz olduğu sürece ona eşlik edecek beden oluşabilir. Ruh canlı olduğu sürece sınırlar yoktur. Kültüre odaklanan değişim birdenbire Maastricht’le akla gelmedi. Dünya o kadar hızlı değişiyor ki Avrupa’nın ekonomisi kötüye gidiyor, Amerika ve Çin ittiriyor ve Avrupa sıkışıp kalıyor. Avrupa’nın etrafında birlik olabileceği tek ana fikir sahip olduğu kültür, ekonomi değil. Amerika, kültürel unsurlarla bağlı değil çünkü kültürde çeşitliliğe inanıyor, Avrupa ise bunun tam tersi.

S - Kültürel alana entegre edilen Avrupa politikalarıyla ilgili şüphelerim var. Kültürel kimliği tanımlayan unsurlara yönelik olarak özellikle bağımsız organizasyonlar tarafından programları aracılığıyla yürütülen çok büyük bir sosyal mühendislik var. Ulus devletler, kültürel politikalar üzerinde AB’nin başka planları kanalıyla “empozeler” gerçekleştiriliyor. Kültür AB mekanizmalarının dolaylı bir parçası olarak orada. Avrupa vatandaşlığı tam olarak nedir? Bunlar kimdir ve bunlara nasıl ulaşırız?

S - Avrupa’nın temel alması gereken kültür fikri biraz daha ciddi biçimde gözden geçirilmeli. Belki bu konuyu biraz daha geniş ele alabilirsiniz. Daha az hariç tutan, daha az elitist, Avrupa’nın farklı kültürel bölgelerini daha az egzortize ve romantize eden bir kültür fikri nasıl olur? Çağdaş sanatı diyalog alanı olarak genişletebilir miyiz? Özel finansman bu alanın üzerinde baskı yaratıyor, bu getirebileceği yeni açılımları tehlikeye sokar mı?

S - Avrupa’nın gündeminde ruh aramanın yanı sıra vücut geliştirme de bulunmalı. Avrupa’nın bedeniyle ilgili sorunları var. Bu beden tam olarak nerede? Kimse Avrupa’daki en büyük ülke olan Rusya’dan bahsetmiyor, o da dahil edilecek mi? Avrupa’nın Katolik ve Protestan olmayan Hristiyanları yani Ortodokslar hakkındaki sorunlardan konuşulmuyor. Bir gün Sırbistan’ın dahil edilmesi hakkında kuşkularım var mesela. Kiril alfabesini kullananlar iyi Avrupalılar mı yoksa 1. sınıf ve 2. sınıf Avrupa vatandaşlığı diye bir şey var mı? Afrika’da bulunan İspanya’ya ait iki büyük şehir zaten Avrupalı, peki o zaman neden Fas da AB’ye dahil edilmesin? Ruh arama sürecinde Avrupa ırkçılık, anti semitizm, faşizm, emperyalizm gibi kötü alışkanlıklarını gözardı edemez.

C(OA)- Ingilizce konuştuğumda genellikle nazik olma eğilimi gösteriyorum onun için şimdi Türkçe cevap vermeyi tercih ediyorum.
Ortaya hep milliyetçilik çıkıyor. Avrupa’nın son 200 yılda geçirdiği geçici bir çılgınlıktır. 18. yüzyılda bazı düşünürlerin yanlış anlaşılması/anlatılması sonucu ya da kapitalist üretim biçiminin gerektirdiği toplumsal örgütlenme biçimi olarak ortaya çıkmıştır. 1945’e gelindiğinde, Hitler’e Mussolini’ye, Dr. Mengele’ye gelince bunun nasıl bir çılgınlık olduğu anlaşıldı. Tarihsel olarak da AB millet devletin bir çıkar yol olmadığının anlaşılması üzerine ortaya çıktı.
Alfred ve Steve “Avrupa’nın ruhu/kültürü olacaksa bunun bütün Avrupalılar tarafından kabul edilmesi gerekir.” Dediler. Bu hiçbir zaman olmamıştır ki…
Örneğin, aynı çağlarda yaşamış Mozart da Kant da Avrupalı. Geriye bakınca perspektif bulanması oluyor. Mozart, müzik tarihinin en büyük bestecisi, Salzburg’dan Viyana’ya geliyor, açlıktan ve sefillikten ölüyor. Kimsesizler mezarına gömülüyor. Aydınlanma çağının en büyük filozofu Immanuel Kant’ın “Saf Aklın Eleştirisi”, 1781’de 750 adet basılıyor. Altı sene sonra düzeltmelerle yeniden bastırmak için baskı masraflarına katılmak zorunda kalıyor. Hangi kültür yaratıcısını toplumlar, kitleler kabul etmiş ki şimdiye kadar? Kültür toplumun en kıyısında yaratılır ondan sonra geniş topluluklar tarafından kabul görür.
Avrupa’nın ortak kültürü, ortak kültürünün olmamasıdır. “Fransız kültürü, Alman kültürü olabilir mi?” diye sordu Enis, evet olamaz. Folkloru olabilir. Mozart’ın yaptığı kültürdür. Avrupalı kültürü yaratıcı kişilerin ürettiği kültürdür. Belirli kültürel çatılar altında olmamasıdır zaten özelliği.

C(RF)- Değişim kavramı ve hızının getirdikleri hakkında. Arada gösterilen “Avrupa” filminde konuşan sanatçılardan birisi, Avrupalı veya Osmanlı olma konusunda dedi ki: “Bu konuda çok şizofrenik hissediyorum. Bosnalı, Arnavut ve Mısırlı kökenlerim var, bu benim sanatımı besliyor, bu belirsizliği veya varoluş durumunu keşfe çıkabilirim. Öteki olduğumda aynı zamanda kendimim de. İleriye ve geriye gitmeyi seviyorum.” Bu sürekli gidip gelme durumu, şu anda Avrupa’nın da içinde bulunduğu durum. Korkuyu türeten bu değişim ve belirsizlik ve önyargıyı türeten korku. Bu olayların makul bir dizilişi.
Bu kadar baskı altında olan çağdaş sanatlar, aynı zamanda birçok soru sorduğu için ve belirsizliklerle oynadığı için de tehlikede. Büyük cevaplar yok, sadece küçük sorular var. Birkaç ay önce Letonya’da bir toplantıdaydım ve oranın Kültür Bakanı dedi ki “Çok zor bir durumdayım. Bir tarafta ulusal folklorik dans topluluğumuzun yeni kostümlere ihtiyaçları var, diğer tarafta ise, uluslararası çağdaş sanatlar alanında zaten kimsenin anlamayacağı radikal deneysel işler sunan bir festival için bir başvuru var. Benim görevim hangisi?” Gündemde devamlı yükselen milliyetçilik ve kimliklerini kaybetmekten ve ötekinin gelişinden korkan insanlar. Genel korkuya rağmen benim düşünceme göre; yeni biçimlerle çalışan sanatçılar; performanslarını sadece kültürün yüceltilmiş kuytularında sunmuyorlar, sokağa çıkarak kentle bütünleşiyor, izleyiciyi de dahil ederek sanatın sınırlarını zorluyorlar.
Opera dikkate bile alınmıyor, birçok insanın bakışında yeri bile yok. Sadece orda varlığını sürdürüyor. Dinamik hale gelmek, her geçen gün etkileşim ve sanatın daha da içinde, insanlar bunun farkına varıyor. Ama kurumlarda ürkeklik var.
Önyargı kavramı. Güliver örneği ilginç. Güliver bir gezgin. Bu korku ve önyargıya karşı koymanın anahtarı, bir kimliği veya ruhu keşfe çıkma ve şekillendirmenin ve çeşitliliğini tanımanın anahtarı; insanlar için seyahat etmek ve yeni şeylerle karşılaşmaktır.
AB dahilinde kültür için bir politika, sosyal mühendislik olmalı mıdır? Bu, ulusal hükümetleri de içine alan bir müzakere olmalıdır. Geçen gün DCMS (Kültür Medya ve Spor Bölümü)’nden bir yetkiliyle konuştum ve dedim ki “Genel olarak İngiltere’nin Avrupa karşıtı olduğunu biliyorum. Avrupa içinde müthiş bir fırsat, en az kültürel sermaye kadar önemli olan sosyal ve kültürel bir sermaye var. Neden sanatta Avrupa’yla daha fazla işbirliği yapmıyoruz, neden gündemi etkilemeye yardımcı olamıyoruz?”. Yetkili dedi ki; “Gerçek şu ki, pazarlar Avrupa’da değil Çin’de ve Hindistan’da.” Onları telefonla aradığımda konuşmak istediğim herkes gerçekten Çin’deydi. Her şey ekonomiyle bağlantılı. Diğer husus da, sanatın enstrümentalizasyonu, uluslararası sanatın da.

C(SA)- Iki konuşmacı bana Beyaz Rusya’ya seçimlerden önce gerçekten kısa bir süreliğine demokratik bir toplum oldukları bir dönemde yaptığım bir ziyareti hatırlattı. Beyaz Rusya’da kültür için bir üniversite kurulmuştu. En az 2000 öğrenci sınıflarda toplanarak folklorik dansları, şarkıları ve törenleri yeniden kurmaya çalışıyordu. Bunların orijinalde de Beyaz Rusya’ya ait olup olmadığı konusunda kimse kesin bir karara varamadı. Bu bölgenin muhtemelen hiç simgesi olmamış milliyetçiliğin yeniden inşası. Kültür politikası çağdaş sanatçıları marjinalize etmede kullanılan bir araç mıdır? Kültürel ifadenin seviyeleri ve vatandaşların dahil edilme yolu için karşılıklı bir anlayış olabilir mi? Bu soru en azından Beyaz Rusya için şimdilik havada asılı.

C(AP)- “Değişimin etkisi” ile ilgili soruyu sevdim.
Globalizasyonun kültür üzerindeki etkisi. Globalize bir kültürümüz var ve kültüre ilişkin deneyimlerinizi karşılaştırdığınızda kameranın açısının genişlediğini göreceksiniz. Uluslararası kültür haritasında bir noktadan başka bir şeyden ibaret olmayan alanlardan çok satan Salman Rushdie veya Gabriel Garcia Marquez gibi yazarlar çıkıyor. Globalize kültürün bazı göstergeleri var, yıldız-sistemine göre organize ediliyor, eklektik ve her yerde her şeyi aynı zamanda yapma imkanı tanıyor.
Benim açımdan en önemli globalize sanatçılardan biri film Yönetmeni Ang Lee ve filmleri; Kaplan ve Ejderha, aile romanı Buz Fırtınası, Jane Austen hikayesi Duygu ve Duyarlılık ve son filmi Brokeback Dağı. Sanatın içindeki yeni fenomenle karşı karşıyayız.
Sanatın tanımı ile ilgili soru bir tuzak. Sabit kimliklerimiz değil, sabit efsanelerimiz var. Göçmen Fenikeli prenses Avrupa ve ona aşık olan Zeus’un efsanesi .Üzücü bir ihanet ve tecavüz hikayesi. Dışarıdan anlatılan bir hikaye. Biz akşam ülkesi Erep’iz ve güneşin battığı batıyız. Güliver olarak seyahatinize güneşin doğduğu yer olan şarkta başlıyorsunuz ve seyahatinizi güneşin battığı yerde tamamlıyorsunuz. Avrupa hatta anlambilimsel düzeyde görülüyor, dışarıdan görülüyor, dolayısıyla kültür kırılmış kimlik sorunumuzu çözmede bize yardımcı olamaz. Biz post moderniz. Bir bedenimiz yok, ruhumuz yok. Avrupa, kültürel politikaların tanımında rol oynadığı bir politik kategori.

C(EB)- Boğazı aşan öküz hikayesinde kulaktaki sineğin işlevini üstleneceğim ve ısrarla vızıldamaya devam edeceğim.
Rusya sorusu bana toplam olarak bir dizi sorunun eşiğini işaret etti. Konuşmayı ertelediğimiz/ertelendiğini gördüğümüz bazı konular var. Avrupa “Şimdi sırası değil” tavrı içinde. O zaman gövdenin ve ruhun tarifi de belirsiz bir tarihe erteleniyor. Bu da başka gerilimlere yol açıyor. Sanki aramızda görmemizi engelleyen bir perde var. Belki de perde kalksa Avrupa’nın olamayacağını göreceğiz, bilemiyorum.
Örneğin, Barcelona futbol takımında oynayan başarılı Afrikalı sporcuya maymun taklidi yapan seyirci, İtalya’da ırkçılığıyla tanınan ve övünen futbol takımı Lazio. Yabancıyı dışlama kültürel genlere mi sinmiş, bunlar gündelik hayatta karşımıza çıkan sayısız örnekten yalnızca birkaçı. Bu bizleri tedirgin, rahatsız ediyor.
Sanat, kültür, edebiyat dünyasında sanki Türkiye, Rusya gibi ülkeler kontenjan ürünü olarak görülüyor gibi geliyor. Hoşgörü gösteriliyor gibi. Genel tablodan bu izlenime kapılıyorum. Eğer gerçekten 1. ve 2. sınıf Avrupalı meselesi varsa, o zaman Adorno’nun tüm görüşlerine katılmasak da hayati bir tehlikeyle karşı karşıya kalmayız, peki ya Mengele, buna cevap verilmedi. Valéry 1945’te “Uygarlıkların ölümlü olduğunu öğrendik” dedi, aradan geçen bunca yıla rağmen, hala bunu anlamayan liderler var. Israrla vızıldamamın sebebi bu.

C(AP)- Dürüst olmalıyız. Kendi kültürel davranışlarımıza bakmalıyız. Ne okuyoruz, ne dinliyoruz, kime hayranlık duyuyoruz, televizyonda ne izliyoruz (CSI Miami mi, Arte mi)? Her birimiz kendi şahsi kültür profilimizi çıkarmalıyız. Herkes kendine kültürel davranışlarının ne kadar Avrupalılaştığını sormalı. Parçalarına ayrılmış bir kimliğim mi var?

C(SA)- Çok Avrupalı bir yaklaşım oldu diyebilirim.

C(RF)- 60’larda ailemle beraber Avrupa’da dört ay süren seyahatler yapardık. Romanya, Polonya, Yunanistan. Aslında altıncı yaşgünümü İstanbul’da kutladım. Bu seyahatler bana çok şey öğretti. Daha çocukken Avrupalıları tanıdık, kokularını, seslerini. Ülkelerin fakirleştikçe daha misafirperverleştiğini deneyimledik. Benim için şoke edici olan, her seyahate çıkışımız öncesinde arkadaşlarımızın anneme “Çocukları nasıl demir perdenin arkasına götürürsün?” demeleriydi. Bir korku, önyargı, insanların zihinlerindeki engel vardı... Annem yıllar boyunca edindiği deneyimleri kaleme aldığı bir günlük/kitap tuttu. Ondan bir alıntı yapmak istiyorum: “Çocuklarla seyahat ederek bilinmeyene dalmakla akıllıca bir iş yaptığımızı düşünüyorum. Çocuklarla kuramsal hareket etmek imkansız. Bir aile olarak birçok ülkenin insanlarının sevinçle karşıladığı misafirler olduk. Eninde sonunda her şey insanlara bağlıdır, insanlardır önemli olan. Farklı çeşnilerle de olsa insanlar her yerde aynıdırlar. Bir zamanlar Pasternak’ın yazdığı gibi: Yapma kudretine sahip olduğumuz tek şey varsa o da, yaşamın canlı sesini bozmamaktır.”
Sanatçılar olarak yaratıcı gücü kendilerine göre arama ve keşfetme yollarında, yaratıcı birey olarak, eğer gerçekten ve samimi olarak açıksanız o zaman büyük ihtimalle yaşamın canlı sesini tamamen bozmayacaksınızdır.

C(OA)- Milliyetçilik koli basili gibi tekrar tekrar ortaya çıkıyor. “Kültür politikasının olmamasına çalışmak gerekir” kültür politikası. “Şunu yapalım, bunu yapalım” denmesi, gerçek kültürün aleyhine çalışır.
Kültür insan topluluklarına ait bir şey değildir. Dünya edebiyatı kavramını ilk kez Goethe kullanmıştır.

C(EB)- 1974’te yurtdışında öğrenciydim. O dönemde sokakta gözüpek, medeni cesareti gelişkin Fransız bir arkadaşım yanımdayken tutkuyla bağlı olduğum yazar Samuel Beckett’a rastladık. Yanına gidip tanıştı ve beni de tanıştırdı. Onun üzerine beraber bir bira içmeye gittik. Ben de kendisine içinde ismi geçen kitabımdan bahsettim, Türkiye’ye dönünce de bir kopyasını adresine gönderdim. O da bana şimdi masamın başında bir çerçevede duran bir teşekkür mektubu göndermişti. Geçenlerde Arte’de yedi saatlik bir Beckett belgeseli izledim ve kitaplarını yayınlayan Ayrıntı Yayınları’nı arayarak nasıl bir anma düşündüklerini sordum. Kitapların fazla satmadığını öğrendim. Cumhuriyet Kitap’ta ve Ömer Madra’yla Açık Radyo’da Beckett’ı hatırlatmaya çalıştık. Biz de Avrupa fikri için bir şeyler yapıyoruz.
İyimserliklerimizin veya harcadığımız enerjinin yanında uyanık da olmak zorundayız. Hepimiz “daha düzgün” bir hayat daha aydınlık bir dünya istiyoruz.

C(SA)- Bu inanılmaz salonda bile atmosfer yaratabiliyor ve sonuç itibariyle bir sonuç olmadığı sonucuna varabiliyoruz. Yine de tartışmaya devam etmemiz gerekiyor. Bir sonraki Berlin toplantımız AB’nin şu anda Komisyonerleri olan politikacıları dahil etmeye çalışıyor, onları Berlin’e davet ettik ve çok genç gelecek Avrupalıların eşlik ettiği belli yaştaki Avrupalı kişilikler tarafından sorgulanacaklar ve ana mevzu “Günlük işinizin kültürel unsurları nelerdir ve işiniz masa başında tartışılan değerlere nasıl katkı sağlıyor?” olacak. Bir sonraki konferans 17-19 Kasım arasında gerçekleşecek ve konular da aşağı yukarı belirlendi. Size daha fazla bilgi içeren mesajlar gönderebiliriz ve sorulması gereken soruların özellikleri hakkındaki sanal tartışmaya katılmak üzere davetlisiniz. Bu da onun için çalışmaya can attığım yurttaşlıkla ilgili hareketin bir parçası. İnsanlar kendi yerel ortamlarında fikirlerin hareketliliğini sağlamada pay sahibi olmak istiyor, bu deneyimlerden bir tanesiydi. Çeşitlilik arzeden fikirlerin yanı sıra bir dizi çeşitli tartışmaya da ihtiyacımız olduğu aşikar. Aksi takdirde çok ulaşması kolay olur, eğer gerçekten Avrupa’yı hedefliyorsak bu ulaşması çok kolay, rahat bir çaba değil.

Çalıştay - Algıyı Tasarlamak

ÇALIŞTAY - ALGIYI TASARLAMAK

Saat: 10.30 - 12.30
Yer: İTÜ 3

Oturum Yöneticisi:
Aylin Kalem (Techne Dijital Performans Platformu Kurucu Üyesi ve Sanat Yönetmeni, Istanbul, Türkiye)

Konuşmacılar:
Isabel Valverde (Dans & Teknoloji Araştırmacısı, Portekiz)
Joao Costa (Dansçı & Koreograf, Portekiz)
Emanuele Quinz (Anomos Derneği Başkanı, Fransa)

Aylin Kalem
Yeni dijital teknolojiler, yeni ortamlar ve sahnelerle karşı karşıyayız. Dijital teknolojilerin sanat hayatına girmesiyle beraber algıyı tasarlamak ciddi bir konu haline geldi. Algıyı tasarlamak mümkün müdür? Etkileşimli ortamlarda bir alan veya yerleştirme ile karşılaştığınızda yeni bir dizi ilişkiyle etkileşmeniz bekleniyor. Dolayısıyla her biriyle bir deneyim yaşıyorsunuz. Bunların içinde nasıl bir etkileşim önerebiliriz? Bugünlerde İstanbul’da Techne06 Dijital Performans Platformu adı altında bir dizi etkinlik gerçekleşiyor. Bu çalıştayın konusu, algıyı tasarlamak.

Isabel Valverde
Ben koreografım. Onun üstüne disiplinlerarası bir eğitimim var. San Francisco’da master yaptım, modern dans ve teknoloji konusunda doktoram var. Üzerinde çalıştığım konular: İnsanlar bedeni de içeren dans ve performans alanında yeni teknolojilerle nasıl çalışıyorlar? İnsanlar hangi arayüzleri kullanıyor, bu arayüzlerin sadece fonksiyonel veya gözetim davranışına sahip oldukları için ne kadar sınırlayıcı olduklarının farkına varıp nasıl yeni arayüzler oluşturuyorlar ve nasıl bunlarla etkileşmenin yeni yollarını buluyorlar? Yeni teknolojilerin bedenle doğrudan ilgili olan dans ve gösteri sanatlarına yansıması ve katkısı ne yönde olacak? Araştırmalarıma şimdi de akademik dünyanın dışında devam ediyorum. Bu alanda Amerika ve Avrupa arasındaki fark, teorik çalışmalar ile pratiğe dayalı deneyimler arasındaki fark. Ben, pratiğin üzerindeki entelektüel, akılcı yansımayı ilişkilendirme üzerine çalışıyorum, bu durumda teknolojileri kullanarak bedenin durumu üzerine yapılan sanatsal araştırma.

Emanuele Quinz
Ben, 10 yıldır Fransa’da yaşamını sürdüren bir İtalyan’ım. Çağdaş sanatta disiplinlerarası alanda araştırma, eğitim, kreasyon üzerinde çalışan Fransız Anomos Derneği’nin kurucusu ve Başkanı’yım. Anomos’ta üç bölümümüz var; medya dans, moda ve tasarım, şehircilik.
Dansta yeni teknolojilerin kullanılması ile ilgili araştırmalar yürütüyoruz. Hareket yakalama (motion capture) sistemleri üzerinde çalışıyor, gösteri sanatları ve dansın dijital araçlar ve etkileşimli sistem ve ortamların kullanılmasıyla beraber nasıl değiştiğini anlamaya çalışıyoruz. Paris (Pompidou Centre, vb) ve İtalya’da farklı kurumlarla işbirlikleri kuruyoruz.
Üzerinde devamlı çalıştığımız iki projemiz var: Birincisi “Giriş”. Koreograflar, besteciler, moda tasarımcıları, görsel sanatçılar, vb ile çalışıyoruz.. Farklı yerleştirme, ortam-ötesi yaratmaya çalışıyoruz. Tüm projeler adanmışlık bağlamında tasarlanıp gerçekleştiriliyor. Bir sonraki aşama Paris’te gerçekleşecek. İkinci proje; “Deneyim tasarımı”. Teori ve pratiği bir araya getirmeye çalışıyoruz. Algıyı tasarlamada karşılaşılan sorunları pratik tarafları araştıran deneyime dayalı olarak düşünen deneysel bir yaklaşım.

Joao Costa
Ben Portekiz’den gelen bir dansçı ve koreografım. Eczacılık Bilimlerinde master sahibiyim. Portekiz’de çeşitli galerilerde sergilenen etkileşimli açık yerleştirmeler geliştirmiş dijital sanatçılar Rudolfo Quintas ve Tiago Dionísio ile birlikte SWAP projesini gerçekleştirdik. Aynı zamanda araştırma, kreasyon ve sergi alanlarında sanatsal disiplinlerötesi bir laboratuar gibi faaliyet gösteren Porto’daki Salabranca isimli derneği temsil ediyorum. Dernek üç alanda çalışıyor; eğitim, araştırma, sanatçı toplulukları (görsel sanatçılar, gösteri sanatçıları, bilim ve felsefe alanından sanatçılar).

Aylin Kalem
Küçük konu başlıklarıyla devam etmeyi öneriyorum: Etkileşimde algı konusu, algının maddesellik/bedensellikle ilişkisi, kendinin ve ötekinin algılanması, algıyı tasarlamanın politik yönü, yerleştirmelerde yer alan katılımcılara deneyimler yüklüyor mu? Algı tasarım meselesi midir? Bir süreci tasarlamak mümkün müdür?

Emanuele Quinz
Normalde nesneler oluşturmak ve üretmek şeklinde tanımlanan tasarım kavramı değişti. Artık tasarımlar deneyime yönelik ortamlardan veya senaryolardan oluşuyor. Kişinin ve sürecin olduğu bağlamda, kişinin rolü önem kazandı. Bu hem bir sistem hem de mikrotoplum. Ortam fikri ilişkiyi temel alıyor. Artık tasarımcılar kişilerarası, öznelerarası ilişkileri de dikkate almak zorunda. Tasarımın sadece şekil ve renkleri değil, fayda ve sosyal kullanımı da hesaba katılıyor. Bruce Mau’nun “Güçlü Değişim” kitabında diyor ki; “Tasarım, politik/sosyal neticeleri olan küresel bir sanat gibidir.” Sadece nesneyi değil aynı zamanda toplumu da şekillendiren tasarımcının günümüzde önemli sorumluluğu vardır. Nesne/ortamın kullanımı başrolde. Nesne, mekan ve zaman ilişki içinde. Ortam nasıl kullanılmalı? İzleyici için oynayabileceği bağlamı düzenleyen süreci tasarlamanın yanı sıra ilişki üzerine de düşünmek. Tasarımı küresel bir etki haline getirmek çok yeni ve açık.

Aylin Kalem
Ortam öneren bir yerleştirmeden bahsederken, peki ya beden ne olacak? Bedenlerle de ilgileniyor musunuz? Bedene bitişik arayüzler ile ortamdaki arayüzler söz konusu olduğunda değişecek farklar/ilişkiler neler olabilir?

Emanuele Quinz
Yeni estetik model ortam ve olay yani iki farklı odağı bulunan aynı şey olarak ortaya çıkıyor. Ben yerleştirmeden ziyade ortam hakkında konuşmayı tercih ediyorum. Biz farklı araştırmacılarla çalışıyoruz. Müzeografi alanında; müzeye gelen ziyaretçiye yardımcı olacak ve ziyaretin faydasını yükseltecek taşınabilir bir bilgisayarın nasıl kullanılacağı üzerinde çalışıyoruz. İşitsel rehberler gibi. Bedenin algısıyla ilgili değil, sadece ziyaretçiye daha fazla bilgi verebilmek için. Algıyla ilgili çalışmaları medya dans bölümünde yapıyoruz. Hareket yakalama sistemi aynı zamanda algınızı yükseltmek için bir araç olarak kullanılıyor. Tıpta kullanılan biyo-geri besleme adında bedeninizin postürel vaziyet alışındaki mikro hareketleri hissetmenizi sağlayan bir sistemle çalışıyoruz. Bu, mekan ve kendi bedeniniz hakkındaki algınızı değiştirebiliyor.

Joao Costa
SWAP performansında siyah perdeyle kontrast yaratması için saçlarımı boyadım. Performansta dansçı, Rudolfo ve Tiago, bilgisayar diyalog halinde. Uzayda bir anlamı olan bedeni sadece girdi olarak kullanmak istemedik. Beden sanal uzayda yeniden daldırılmış, bu bir sanal/özgürlük aynası. Performans, kendimin bedenimin önyargılarından bağımsız olarak başka bir temsili.

Aylin Kalem
Bedenin oluşum sürecini vurguluyor bu durumda. Ortamın tasarımı algıyı değiştirebilir. Isabel, sen dans geçmişine sahip biri olarak ortamın tasarımı üzerinde etkisi olduğunu düşünüyor musun? Bu ortamla etkileşim halinde olacak faal katılımcıya önerilen koreografik yaratı.

Isabel Valverde
Tesadüf eseri birisiyle bir yerleştirme üzerinde çalışmaya başladım. Yeni teknolojiler hakkında bilgi sahibi olmak durumunda kaldım. Gösteri sanatçısının bir dansçıyla beraber “Zevk makinası” adında bir işi vardı. Yeniden tasarlamak yerine sanatçı gözetimi abartarak işini empoze eder hale getirdi. Sanal gerçeklik gözlüğü takan bir bale dansçısı vardı. Bilgisayar üzerinde dansçıya hareket komutlarını veren bir arayüz vardı. Dansçı bir makine gibi oluyor, ziyaretçi koreograf oluyordu. Sanatçı projesinin devamında benimle çalışmayı teklif eti. Abartarak bu gözetim, kontrol durumunu bariz hale getiriyordu. Bir yıl sonra, beraber bir şeyler yapmak için onunla temasa geçtim. Bu süre zarfında arayüzler, bedenlere eşleştirme ve bununla yapılabilecekler hakkında bilgi sahibi oldum. Temel anlamda her şeyi yapabilirsiniz. Geri besleme aracılığıyla tüm verileri dijital olarak istediğinize dönüştürebilirsiniz. Sadece 0’lar ve 1’ler var, onları fiziksele dönüştürebilirsiniz, videolar, ses ve mekanik şeyler üretebilirsiniz. Algı bağlamında izole edebilirsiniz. Örneğin dansçı kendinin ne olduğunu göremiyordu. Ben temas doğaçlaması yapıyordum; bir noktay takip eden fiziksel teması temel alan hareket. Ortama özgürlük getirmek istiyordum. Ziyaretçiler camın arkasından etkileşimde bulunabiliyorlardı. Ben iki dansçıyla çalışmayı ve manipülasyona devam etmeyi önerdim. Bir Java programı aracılığıyla suretleri hareket ettirdik ve bu temasa geçmede yardımcı oldu. Dolayısıyla edinilen bilgiyi artırdık. Birisine dokunurken görme duyunuz zayıflıyor. Hareket eden bedenin sezgisinin etkisinde bir bakıma algılarınız ayrışıyor. Yepyeni bir deneyim ediniyorsunuz, tersyüz edebileceğiniz bir deneyim. Birisine dokunmaya başladığımda artık onu görmediğimi fark ettim, algım tamamıyla dokunmaya yönelmişti. Koreografi ve sistemleri anlama, onlarla neler yapılabileceğini görme açısından çok verimli bir deneyimdi. Koreografiye eklenmiş bir boyuttu. Artık sadece beden için koreografi yapmıyorsunuz, onlar hareket ve fiziksel beden olarak ayrılmış. Biz seyirciye dışarıda neler olduğunun yanı sıra bedene neler olduğu hakkında ipuçları verdik. Dansı görsel bir gösteri olarak görmek ve öyle farzetmek eğilimindeyiz. Oysa bu görsellerle ilgili değil, başka bir şeyle ilgili, algılara tekrar intikal etmekle ilgili. Bu teknolojileri kullanmak, bedende olup bitenlere başka boyutlar getirmemize yardım ediyor.

Aylin Kalem
Sizin tarafınızdan yayına hazırlanan bir kitapta “İlişkiyi daha vasıtasız hale getirmek için sürekli daha fazla aracılık koyuyoruz.” diyordu. Fazladan bir manipülasyon ekleyerek işi daha karmaşıklaştırdığımızı da söylediniz. Daha gerçek, sosyal dünyamıza daha yakın hale getirmek istediğinizde daha fazla aracılık kullanmamız gerekiyor, öyle mi?

Emanuele Quinz
Gittikçe daha karmaşık arayüzler kullanmanız gerekiyor. İlginç bir çelişki.

Joao Costa
Rudolfo ve Tiago’nun etkileşimli yerleştirmelerinde daha az teknoloji kullanılıyor ancak geliştirilen yazılım karmaşıktı. Sıfırdan ürettiler. Biz hareket yakalama yöntemini sadece insanlara özgürlük tanımak için kullanıyoruz. Bedenlerimizin üstünde sensörler kullanmamız gerekmiyor.

Isabel Valverde
Bedeninizde sensörler olmaması bazen daha özgür olduğunuz anlamına gelmiyor. Örneğin sizin işinizde, kendinizin temsili ve etrafınızdaki havadan etkileniyorsunuz. Hava neredeyse cisimleşiyor, uzaydaki durumunuzu değiştiriyor. Bir bakıma o durumla sınırlanıyorsunuz. Tasarım ve arayüzler etkileşimi belirliyor. Özgürlük var ama sınırlar dahilinde. Doğaçlamanın bazı tahditleri var ve bu çok ilginç. Teknoloji geliştikçe daha fazla onlara bağımlı hale geliyoruz ve bunun farkına varıyoruz. Gözetim durumunu abartarak sanat yapıtının dışındaki başka durumların farkına varıyoruz. Sanat yapıtı ile sosyal dünya arasında bir köprü kurmak gibi bir şey. Olanları sorgulamaya ve farkındalığa yardım etmenin bir parçası olarak kontrolü, basmakalıp/klişe durumları yoğunlaştırmak, abartmak çok ilginç

Emanuele Quinz
Ben arayüz ve programlamanın bir arada gittiğini düşünüyorum. Tıpkı beyin ve duyular gibi. Zamanı uzayda çoğaltabilirsiniz. Bu durum gösteriyi yapanın zorlukla başa çıkabileceği bir durum çünkü kendisi gerçek bir uzayda dansederken, sanal dünyadaki temsili, başka bir uzayda dansediyor. Farklı algılar, bu da çok hayranlık uyandırıcı.

Isabel Valverde
Biz, bedenimizden ayrıldığımızı düşünüyoruz. Biz makina değiliz, yoruluyoruz, yıpranıyoruz. Çoklu gerçekliklerin olduğu durumları keşfe çıktığımız zaman, o dünyayla uğraşmak zorundayız. Gerçekten kendinizle ilgili algınızı değiştiriyor, yeniden tasarlıyorsunuz ve sonrasında bunlarla bütünleşerek kendinizi değiştiriyorsunuz. Başka bir zihinsel durumda olmak gibi, sanal bir dünyada olmak gibi, istem dışı şeyler görüyorsunuz. İfademize ilişkin değişik bir deneyim. Zihnin bedenden ayrılması, bedenden ayrı bir zihin gibi sibernetik teorilere bir cevap. Karşılaştığımız bu yeni gerçeklik içinde bedenimizle tanışma aşinalığı getiren uç durumlar. Bedenden ayrılmak, sanallığı gerçekliğin içine getirmemiz açısından önemli.

Aylin Kalem
Biraz SWAP performansından bölümler izleyelim. Daha sonra Joao bize, fiziksel bedeni ile sanal bedeni arasındaki ilişkiyi ve tasarımla ilgili yaşadığı sorunları anlatabilir.

Joao Costa
Rudolfo ve Tiago benimle beraber sahnedeler. Onlarla bnim aramda ve retro video projeksiyonu arasında bir diyalog var. Proje gerçek zamanlı. Bilgisayar geri besleme yapıyor. Her performansta yapılandırılmış bir dramaturjimiz ve onunla ilgili bir anlatımız var, her biri diğerinden farklı. Onlar bazen parçacıkların davranışını kontrol ediyor, bedenin cisimleştirilmesi. Biz sadece bedeni girdi olarak kullanmak istemedik. Bu bedenin uzayda bir anlamı, bir amacı var. Kamera bedenimi yakalıyor. Beden, sanal uzaya daldırılıyor. Sanal özgürlük aynası gibi. Bu benim sosyal bedenime ilişkin değil, bedenimin önyargılarına bağımlı olmayan, kimi zaman çok kuvvetli olan kendimin farklı bir temsiline ilişkin. Sahne için daha fazla dansçıdan oluşan ve bir yerleştirmeyle de bağlantılı bir performans hazırlayacağız. İsmi “Edge-Kenar” olacak, halen yaratının yapısını kurmaya çalışıyoruz.

Aylin Kalem
Eğer her arayüz/program her kişi için farklı algılar öneriyorsa, bu kişisel bir deneyim. Bana bu durumda bedenin oluşum sürecini vurguluyor gibi geliyor .

S - Yüzsüz bir beden. “Yüz”ün performansınızda rolü yok, neredeyse kafası kesilmiş bir beden gibi, uzaysal bir beden. Gösteri sanatlarında genel anlamda yüz önemli bir rol oynar, siz bunu en aza indirgeyerek yine de seyircinizle ilişkinizi sürdürmeye çalışıyorsunuz.

A (JC) - Ben bedenimi parçalara bölmeye çalışmıyorum, tamamını kullanıyorum. Mimikleri kullanmıyorum. Benim için beden ve zihin birarada. İnsanlar bunu etkileşimli olarak deneyimlediklerinde sanal beden üzerinden yaşamaya başlıyorlar, diğerlerinin bakışının farkında olmuyorlar. İnsanlar kendi kendileriyle karşı karşıya kalıyorlar.

S - Bedeniniz odak noktanız olduğuna göre, el veya ayak parmaklarınızın hareketini ödünç almayı düşünmez miydiniz?

A (JC) - Performansın bir başka bölümünde, bir kutuyla dansediyorum, bu başka bir insan bedeni de olabilirdi. Ona dokunduğumda beliriyor, dokunmadığımda kayboluyor. Bu kutuyla insan bedenini değiştiriyor, dönüştürüyoruz. Ben bedenin dili olduğuna inanıyorum. Kelimelerle veya mimiklerle fazla ilgilenmiyorum. Ben tüm bedenime odaklanıyorum. Bedeni zihinsel/ duyusal/akılcı/fizyolojik/felsefi/heykelsi görüyorum. Bedenden maddesellik içinde bahsediyorum.

A (IV) -Algıları bilerek tersyüz ediyorsunuz. Bu algıların hiyerarşisinin yeniden tasarlanmasıyla ilgili. Bir yüz olduğu zaman sadece yüze bakıyorsunuz. Beklemediğiniz başka bir şeye bakmanız gerek. Bu teknolojiler bazen bu önyargıları devam ettiriyor. Hiyerarşilerimizi değiştirelim.

S - Bedeniniz bu performansın merkezi ve dijital ortamlar tarafından çoğaltılıyor, bu sizi rahatsız etmiyor mu?

C (JC) -İnsanlar aynı bedenin farklı algılarını görüyor, kopyalama gibi değil. İki şeyin aynı anda gerçekleşmesi. Bazı insanlar ikisini de algılıyor. İkisi arasında karar vermek için ortak-yazarlık yapmalısınız.

S - Hareketleriniz ortam tarafından nasıl etkileniyor?

A (JC) -Uyarı bazen bedenimden geliyor, bazen de dijital sanatçıdan veya sesten, vs. geliyor. Bedeni ölçeklendirebiliyoruz, büyük veya küçük. Performans sırasında bu sanal bedenin neredeyse benim hareketlerimin koreografisini yaptığı hissine kapıldım. Her performansta şaşırıyorum, her sefer yeni şeyler keşfediyoruz. Sanki gerçek zamanlı resim yapıyorum, çünkü görsel kompozisyon üretebilen bu araçlara sahibim.

S - Gösteri sanatçıları olarak kendiniz için bir tür araştırma ve deney yapıyorsunuz. Kendinizi tamamıyla yeni bir alana, sistemin içine koyuyorsunuz. Sınırlarınızı bulmaya çalışıyorsunuz. Kendinize ait bir diliniz ve kelime dağarcığınız var. Ben izleyici olarak algımı değiştirmek için uzun bir zamana ihtiyaç duyuyorum. Sisteme aşina değilim ama gerçekten sizinle etkileşime girmek istiyorum. Kendimi sizinle bağlantılandırmak istiyorum.

C (JC) -Benim canlı performansımı görmelisiniz. Aksi takdirde aynı konuşma seviyesinde olamayız. Bunu sizin de deneyimlemeniz gerekiyor. Böylece benim iç dünyam hakkında belki benim isteyebileceğimden de fazla fikir sahibi oluyorsunuz.

C (Tiago D.) - Bir resim gördüğünüzde yorumunuz içinizdedir, ben onu sadece hakkında konuştuğunuz takdirde bilebilirim Ama etkileşimli bir yerleştirmeye gittiğinizde, davranışlarınız hisleriniz ve düşünceleriniz hakkında bize bilgi verir. Bizim performansımızda seyirci gösteriyi yapanla yeniden bağlanabiliyor. Benim için en önemli şey, fiziksel beden ile projeksiyonu arasındaki ilişki, aramızdaki sürekli geri besleme iletişimi.

S - Sizinle iletişim halindeyim çünkü sizin sisteminizin, kelime dağarcığınızın dışındayım. Sizi anlamak istiyorum, bu imkana sahip olmak istiyorum.

C (JC) - Müzeye gittiğinizde oradaki eserleri tam olarak nasıl yaptıklarını bilmeniz gerekmez, sadece bir deneyim yaşarsınız. Sizden istediğim, deneyimlemeniz ve bunun bilgi birikimini edinmeniz. Belki sonrasında nasıl yapıldığı ile bu kadar ilgilenmeyeceksiniz.

C (IV) - Başlarda bu tür işler pek ilgi görmüyordu. İnsanlar uzaklaşmaya ve seyirci katılımına yönelik ortam yerleştirmeleri yapmaya başladılar. Ben yeni bir kültür oluştuğunu düşünüyorum. İnsanlar galerilere de gittikleri için gösterilere geliyorlar. Bu performans için, gidip canlı olarak gördüğünüzde o bilgiyi bedeniniz aracılığıyla alacağınıza inanıyorum. Bu sanatçılar katılımcıları kavrıyor . Günümüzde birçok sanatçı bunu yapıyor, işlerini tamamlamıyorlar ve insanların deneyimlemesi için halka açık hale getiriyorlar. Bu işin bir parçası, sanatçılar seyirciden gelecek geri beslemeye güveniyor. Bu katılımcılarla bütünleşen bir süreç. Seyirci her geçen gün sanat eserinin daha da parçası haline geliyor. Bu süremde deneyim bile tamamlanmış değil.

S - Bana öyle geliyor ki, tüm bu tasarım mutsuz bir adamı resimliyor. Dansetmediğiniz zamanlarda bile dijital efekt sayesinde bedeninizin yine de enerjisi var ve bir şeyler yapıyor.

C (JC) - Benim eserim mutluluktan çok insan ilişkileriyle ilgileniyor. Gerçeğin bir gözlemcisi olarak etrafımızdaki dünyada çok da fazla mutluluk görmüyorum. Aşk, dokunma, ilişkiler, bazen boş bir dünyada yaşamak gibi birçok soruyla ilgileniyorum. Benim için bu beden melez örnek bir beden ama aynı zamanda enerjiyle bağlantılı.

S - Doğanın elementleriyle etkileşiminizi ne ölçüde hissettiğinizi merak ediyorum. Toprakta dansediyordunuz ve neredeyse suda yüzecektiniz ama ateş ve hava dijital efektlerden geliyordu. Elementler bana göre bedenin söylemek istediği ve insan bedeninin sınırları nedeniyle söylenmesi imkansız hale gelenler hakkında doğal bir izlenim vererek durumu çok yönlü hale getiriyor.

S - Katılımcıların rolü ve bunun tasarlanması sorusuyla başladınız. Şimdi bir video ile etkileşim içinde olunan normal bir performanstan bahsediyoruz.

C (AK) - Aslında biz iki tür etkileşimle uğraşıyoruz. Performansta da algılama önemli ama etkileşimli yerleştirmelerde izleyici faal bir katılımcı ve dolayısıyla aynı zamanda da gösteriyi yapan kişi haline geliyor. Dolayısıyla bir bakıma bazı yakınlıklar var. Şimdi performans yerine halka açık yerleştirmelere bakıyor olmamız iyi.

C (JC) - 2004 yılında Porto’da etkileşimli işitsel-görsel bir yerleştirmemiz oldu. İnsanlar bedenleriyle ses, müzik üretebiliyorlardı ve görsel bir kompozisyon, resim oluşuyordu.

C (Tiago D.) - Biz insanların kendileri için başka görsel kompozisyonlar yapmalarını istedik. Yerleştirmeler ve performans arasında çok büyük fark var. Yerleştirmelerde insanlar mekana giriyor ve anlamaları gerekiyor veya etkileşime girebiliyorlar, dolayısıyla etkileşim sistemi kademeli ve basit. Oysa performansta, etkileşimi anlayan ve ona tahakküm eden bir dansçı var, bu da imkanları artırıyor.

C (JC) - Bu tür yerleştirmelerde insanların ekranda göründüklerinde gerçekten sezgisel olabilmesi için bir arayüz veya yazılım geliştirilmesi gerekiyor. Psikolojik insan davranışı da aynı zamanda gözlemlenebiliyor.

C (IV) - Sistemin tamamının görsel üstünlüğünü sorguluyorum çünkü gerçekten sizi görsel olarak bağımlı olmaya sevkediyor. Bedensel yön, şekil.

C (Tiago D.) - Bu yerleştirmede farklı bir görsel kompozisyon yaratmaktan başka amacımız yok. Kuvvetli görsel yön orada ve görsel bir dokunma hissi alma imkanı sağlıyor. Bir süre sonra insanlar gerçekten sisteme alışıyor ve projeksiyondaki bedeni hissetmeye başlıyor. Kendilerini o tür bir dijital deneyimde konumlandırıyorlar. Bir ziyaretçi bacağı kırık olduğu için koltuk değnekleriyle gelen bir bayandı ve kendi projeksiyonuna o kadar konsantre olmuştu ki, bir süre sonra değneklerin varlığını unuttu. Düşebilirdi fakat farkında değildi. O sırada diğer bedenle deneyler yapıyordu. İnsanlar davranışlarını değiştiriyor. Her bireyin kendine özgü bir eşsizliği var ve bu bizim işimiz açısından önemli.
C (JC) - İnsanlar kendi algılarını kendi deneyimleri doğrultusunda tasarlıyorlar.
C (TD) - Rudolfo ve ben çalışmaya, sadece fare ve klavyeyle etkileşebildiğimiz multimedyada başladık, orada beden sadece bir çıktıydı; hiçbir zaman iletişim sürecinin içeriğinin bir parçası değildi. Burada beden, modeller, bilgi görebiliyorsunuz. Sistem bedeninizin aracı. Onu kullanacak insanlar olmadığında bir faydası yok. İnsanlar onu kullanıyor ve kişilerin işitsel-görsel şeyler oluşturmasına, birleştirmesine imkan tanıyor. SWAP’ta beden ortama modellik yapıyor, şekiller yaratıyor ve jestlerle biçimleri genişletiyor, bizim için önemli olan bu.
A(AK) - Sanırım şu ana kadar konuştuklarımız, aynı zamanda algıyı tasarlamanın politik yönünü de akla getiriyor. Mevcut her sistem politik bir yaklaşımı da beraberinde getiriyor zaten. Sosyal etkileşimlerde daha çeşitli ve daha problemli hale geliyor çünkü kendi sisteminizi kendiniz seçiyorsunuz, yani bir bakıma etkileşime hazırsınız ve kabul ediyorsunuz oysa katılımcı içeri giriyor ve öncelikle keşfetmek zorunda kalıyor, ve sonunda belki beğenmiyor, kabullenmiyor.

Bir işin video görüntüleri sunuldu. (Théatre du Grande Jour- Montréal 2003): Kanada’da yerleşik bir dans ve medya topluluğu. Koreograf ve medya sanatçısı arasındaki işbirliğinin ürünü. Her sefer bir izleyici girebiliyor. Kapalı bir odada iki lamba ve iki gölge var. İkinci bir odada gösteri sanatçısı iki kişi var. İzleyici gösteri yapanları kendi gölgesinin içinden görebiliyor. Performans izleyicinin hareketlerine bağlı olarak oluşturuluyor. Odanın öbür tarafındaki performans bir nevi anlatıyı, etkileşimli durumu oluşturuyor.

C (AK) - Tüm düzenek merak uyandırıcı şekilde hazırlanmış (yerleştirmenin olduğu alana giriş bir garajdan, yerleştirme şehir dışında ıssız bir yerde, girişte bir koruma sizi karşılıyor, karşınıza birçok kapı çıkıyor) Aslında herhangi bir sahne performansından çok farklı değil, insanlar davet ediyorsunuz ve kendi dünyanızı sunuyorsunuz. Seve de bilirler, sevmeye de bilirler.

S - Seyircinin algısından bahsediyorsak, herhangi bir gösteriyi tasarlamak da algıyı tasarlamak olarak düşünülebilir. Gösteriyi yapan sanatçı olarak performansınızda, dijital bedenle kendi tasarladığınız algı mı daha önemli, izleyicinizin algısı mı?

C (JC) - Her ikisi de muhakkak. Aynı zamanda seyircinin algısına odaklanıyor olmasaydım hiç göstermemek daha iyi olurdu.

C (AK) - Dijital teknolojiler bağlamında, teknolojik ve teknolojik olmayan toplumlar arasındaki ilişki nedir? Teknolojik malzemeyle farklı dünya, farklı önermeler. Seyirciyi etkileşime davet ediyorsunuz. Halihazırda belli bir önermeniz var zaten. Onlara şunu, bunu yapmalarını empoze etmek yerine ne kadar aracılık bırakabilirsiniz?

C - Tüm bu projeler dans ortamından geliyor. Bir sonraki adım, katılımcıların girip oyunun parçası olduğu ve olayların gidişatını değiştirdiği kurgusal ve anlatısal bir ortam yaratmak.

C (EQ) - Etkileşimli sinema alanında bunun üzerinde çalışan birçok kişi var. Sinematografik bir görüntü ve kurgu ile etkileşim kurabilirsiniz. Almanya Karlsruhe’de, Geleceğin Sineması’nda sadece değişik ekran ve imgelem sistemleri değil, aynı zamanda sinematografik anlatı ve dramaturjiler de sunuyorlar. Bir çalışma arkadaşım, anlatı alanı olan ama imgelemi olmayan bir etkileşimli ortam üzerinde çalışıyor. Hareketleriniz bir geçmiş oluşturuyor.

C (AK) -Normalde dijital teknoloji kullanan tüm sanatsal eserlerde, görsel malzeme ağırlıklıdır. Oysa bu yerleştirmede, karanlık bir odaya girmek üzere davet ediliyorsunuz ve hiçbir görsel referansınız yok. Yürüyorsunuz ve hareketinizin gidişatı bazı hikayeleri tetikliyor. Bu hikayeler aracılığıyla hafızanızdaki görüntüler tetikleniyor.

C (EQ) -Çok önemli bir deney alanı. Etkileşimli sinema ve televizyon yapmak için çok iyi bir sistem keşfeden kişiler çok zengin olacak. Farklı ekipler sadece mikro anlatımla çalışıyor, basit kurgu, prototip gibi imge ve seslerle.

C (IV) -Biz kendimizi farkında olmasak da zaten bu sistemleri içerir olarak düşünüyoruz. Bir nevi insan-sonrası hale dönüşüyoruz. Halihazırda bütünleşiyoruz. Projelerin, algıların tasarımının kullanımı, teknoloji bile olmadan, bu deneyimi içeriyor. Bazıları düzeneği kullanıyor, bazıları kullanmıyor çünkü gün geçtikçe daha da ulaşılabilir hale geliyorlar ve kullanmadığımız zaman geçersiz hale geliyoruz.

C (EQ) - Biz sadece algıyı yeni araçlarla değiştirmeye çalışmıyoruz, algımız zaten araçlarla değiştiriliyor. Bunu genç insanlarda gözlemleyebilirsiniz. Teknoloji ve çoklu görevlere çok aşinalar. Aynı anda birden fazla faaliyet gerçekleştirebiliyorlar. Dünya hakkındaki fikrimiz halihazırda etkilenmiş durumda. Sanat sadece bunlara bir şiirsellik katmaktan ibaret, belki de biraz eleştirmekten.
S - Yüzlerce tekniğimiz, fikrimiz ve kavramımız var. Tüm genlerin manipüle edileceğine dair bir kaygım var, kenimi korumak istiyorum.

C (AK) - Dijital teknolojiler bu soruların farkına varmamızı sağladı, bu onların faydası. Bu fikir yeni değil, sadece daha hızlı ve daha karmaşık bir dünya öneriyor. Bu her zaman böyle oldu.

C (JC) - Ben teknolojiyle bağlantılı çalışmaya devam etmek istiyorum çünkü bedenimizin sınırları var, dolayısıyla dijital yöntemler bana bedenimi yükseltmenin yeni yollarını gösterecek. Sanatçılar olarak çağdaş sanatlarda “beden ve dijital” konusunu bir bilim adamının klonlamayı aldığı gibi dikkate almalı ve araştırmalıyız, bu etik bir durum. Nasıl kullanılacağı ve uğraşılacalığına ilişkin bir mesele.

C (AK) -Fikirler yeni değil. Kendini perdeye yansıtmak, sanal beden her zaman zihinlerde olan konulardı (ayna, gölge oyunu). Şimdi elimizde bunu belli şekilde gerçekleştirebilecek belli teknolojiler var. İmgenizi perdeye yansıtarak kendinizi yabancılaştırıyor, genişletiyorsunuz ve günümüzde bunu yapacak araçlara sahipsiniz.