5 Kasım 2007 Pazartesi

Panel - Avrupa'nın Sınırları

PANEL - AVRUPA’NIN SINIRLARI

Saat: 11.00 - 13.00
Yer: İTÜ Habitat Salonu

Oturum Yöneticisi:
Beral Madra (Küratör,Sanat Eleştirmeni ve AICA Başkanı, Türkiye)
Konuşmacılar:
Svetlana Racanovic (Sanat Tarihçisi, Eleştirmen ve Küratör, Karadağ)
Ahmed Abdalla (Al-Jeel Sosyal Bilimler Merkezi, Mısır)
Meyda Yeğenoğlu (ODTÜ Sosyoloji Bölümü Öğretim Üyesi)
Cengiz Aktar (AB Uzmanı, Bahçeşehir Üniversitesi)

Beral Madra
“Sınırlar” 80’lerin başından beri konuştuğumuz halen kritik bir konu. Son yirmi yılda iki farklı görüşle karşılaştık. 1996’da Samuel Huntington “Medeniyetler çatışması” teorisinde “insanlığın büyük bölünmeleri ve ihtilafların başlıca kaynağının kültürel olacağını ve ulus devletlerin dünya işlerinde en güçlü aktörler olarak kalacağını fakat küresel politikalardaki prensip ihtilafların, farklı medeniyet grupları ve milletleri arasında çıkacağını, böylece medeniyetler çatışmasının küresel politikaya egemen olacağını ve medeniyetler arasındaki fay hatlarının geleceğin savaş hatlarını teşkil edeceğini” ilan ediyordu. Bu bildiriden on yıl sonra, dünya bu cesur ve biraz da şaşırtıcı görüşü yerine getirme yolunda görünürken, bazı milletler eskisinden daha sıkı bağlar içindeler. 2001’de Edward Said, Huntington’un bildirisini “Cehaletin çatışması” makalesinde eleştirdi. “Belirgin şekilde savaşan medeniyetler arasındaki bağlar, çoğumuzun inanmak istemeyeceği kadar sıkı. Freud ve Nietzsche her ikisi de dikkatle korunan hatta polis denetimindeki sınırlarda trafiğin çoğu zaman ürkütücü bir kolaylıkla nasıl hareket ettiğini ve bizim hepimizin gelenek ve modernliğin derin sularında yüzdüğümüzü gösterdiler batılılar, Müslümanlar ve diğerleri. Ve bu sular tarih okyanusunun bir parçası olduğuna göre, bunları engellerle bölmeye çalışmak boşunadır.” Gergin zamanlarda olsak bile ben Said’in görüşünü takip etmek istiyorum ve diyorum ki bazı fay hatlarına rağmen AB, gelenek ve modernliğin derin sularında yüzmeyi vücuda getiren daha sıkı bağlar ve ortak aklın bir örneğidir. Yakın zaman tarihi bize kültürün antidemokratik siyasi manevralarla ve yollarla manipüle edilebileceğini hatta bertaraf edilebileceğini öğretmiş olsa da, ebedi olabileceğine de şahit olduk.

Ahmet Abdalla
(Sn. Abdalla konuşmasına Fransızca bir giriş yaparak başladı.) Küçük bir oyunla, -Başkan ve tercümanları da şaşırtarak- Fransızca lisanını merkeze koymak suretiyle Türkçe ve İngilizce lisanlarını marjinalize etmeyi başardım, fakat böylece dinleyiciler arasındaki Fransızca konuşanlarla da siyasi bir akrabalık kurmuş gibi göründüm. (Toplantıda Fransızca tercüman bulunmuyordu.)
Belirli tercihler yaparak yeni bir gerçeklik yaratmak mümkündür: belli bir lisanı konuşmayı seçerek. Sınır yoktur, sınırlandırma vardır. Sınırları biz yaratırız. Bu bir tercihtir. Bu tercihi, bu seçimi yapmazsak, bir sınır olamaz.
Bu sabah otel penceresinden Taksim meydanında ezanı duydum, meydandaki insanların hareketlerinin sesleri, müzik ve ritmik bağlantılar. Endüstri, ruhanilik ve kültürün birleşimi.
Kültürün sanayileşmesinden ziyade, sanayinin kültürleşmesi konuşulmalı. Kültür daima ayrıcalıklıdır, iş hayatı hakkında değildir, sanayi ürünleri hakkında değildir, insan maneviyatı, kalbi, ruhu hakkındadır.
Sınırlardan ve sınırlandırmadan kültür bağlamında bahsedeceksek aşağıdaki hususları bilmek zorundayız.
1. Sınırları bizim sınır olarak tanımladıklarımızın oluşturduğunu kabul edelim.
Gerçek sınır yoktur. Bu bir seçim meselesidir.
2. Sınırlar ve merkezler konumlandırmayla belirlenir.
Örneğin bir dünya haritasını düşünün. Baş aşağı çevrilse bile gene de dünya haritasıdır, değil mi ? Dünya bir toptur. Bu açıdan kimse merkez değil, kimse de marjinal değildir.
3. Açık, engelsiz bir iletişime gerek vardır.
Engel iletişimde kesintiye sebep olur. Çift yönlü iletişim önemlidir.
Özetlersek;
• Dillerin, lisanların ve kültürlerin sınırları bir seçim meselesidir.
• Haritaların ve kenarların sınırları bir konum sorunudur.
• Görüşlerin sınırı iletişim sorunudur.

Taksim’deki gece kulübü Maksim’i gördüm. Bir zamanlar Taksim’in merkezindeydi, şimdi bir kenarda, kimse görmüyor, fark etmiyor. Çıkıp aramak zorunda kaldım. “Taksim’de Maksim’e yazık oldu diyorlar. Merkez sınır/uç oldu. Hepsi seçim, karar verme, yapılandırma/yapısını bozma meselesi.
Söylediklerimi pekiştirmek için birkaç nokta :
1. Türkiye (Avrupa ile Asya arasında) veya Mısır (Afrika ile Asya arasında) gibi ülkelere bakınız, ikisi de iki kıta arasında uzanan çift kıtalı ülkeler, bunlara “marjinal” denilebilir mi ?
2. Akdeniz kıyılarındaki Korsika, Rodos, Sicilya, Sardunya, Girit, Kıbrıs gibi adalara bakınız. Hangisi “marjinal”, hangisi “merkez”?
Örneğin, Maltalılar, Arapça, İtalyanca ve İngilizce karışımı üç dilli bir lisan konuşur. Akdeniz’de bulunan küçük, samimi bir ada. Ona “sınır” diyebilirsiniz ancak kültürü sınır/marjinal değil, tam tersine.
Bütün senaryolara, insanlık yüzleşmeleri ve medeniyetlerin çatışması de dahil olmak üzere hazır olun. Bu seçimi yapmazsanız, terör, şiddet ve fanatizmin tüm zorluklarına rağmen bir gün, sadece Akdeniz’in kuzeyi ile güneyi, Avrupa ile sınırda kalanları arasında değil, ama aynı zamanda dünyadaki bütün insanlar arasında daha fazla karşılıklı anlayışa kavuşacağımızdan emin olun.
3. İslam konusu :
Radikal dincilerin rüyası Avrupa’yı İslamlaştırmak, ancak bu zorla olmaz. Benim gençliğimde, Hiristiyanlığın Avrupalılaştırılması söz konusuydu. Bütün dinler Avrupalaştırılmakta.
700–800 yıl önce Endülüs veya Balkanlardaki Osmanlı mevcudiyeti, göz ardı edemeyeceğiniz tarihi gerçekler. Dünya sadece Amerika’nın tanımladığı “yeni dünya”dan ibaret değil, hem “eski” hem “yeni” dünyanın toplamından oluşuyor.
4.Günlük hayatın akışı içinde, bana en az haftada bir döner kebabın yenmediği bir tek Avrupa şehrinin adını söyleyin. Her yerde bulabilirsiniz, buna “Türk yemeğinin Avrupalılaştırılması” diyebiliriz. Benzer şekilde makarna Akdeniz’in bir ucundan diğer ucuna uzanıyor. Şimdi bu durumda kim “marjinal” ?
5. Internet ve futbol sevgisi çeşitli milletleri bir araya getiriyor. Ünlü ve başarılı futbol kulüplerinin bütün dünyada hayranları var örneğin. Bu durumda da merkezle sınırı birbirinden ayırt etmek kolay değil.
6. Müzik de çift yönlü bir sistem. Avrupa’da Rai müziği dinleyebilirsiniz. Umman’da kadın enstrümentalistlerden oluşan bir senfoni orkestrası var. Bu Avrupa müziğinin Ummanlaştırılması mı ?
7. Şarklılık/oryantalizm sorunu (emperyalizm eleştirisi). Hiç birimiz sınır değiliz, her ikimiz de birbirimize göre merkeziz.
Bir misal olarak; Kristof Kolomb o büyük seyahatinde yanında bir Arap tercüman götürmüş çünkü “yeni dünya”daki insanların Arapça konuştuklarına dair bir algısı varmış. Bu da onun Arapları “marjinal” olarak görmediğini gösteriyor.
İki çeşit sınır vardır :
• Geçerli sınırlar, tarihin çarpıtılması, coğrafyanın manipüle edilmesi ve kavramların bozulması ile ortaya çıkarlar,
• Geçersiz/hükümsüz sınırlar mevcut olmayan sınırlardır ve bunlar gerçektir.

Svetlana Racanovic
Ben bir deyişle “çift sınır” sayılabilecek Karadağ’dan geliyorum. Karadağ Avrupa’nın sınırlarında ve bir bakıma Avrupa’nın dış sınır çizgisi olarak kabul edilebilir. Profesyonel olarak ben, kültür alanından- benimki gibi bir toplumda marjinalize edilmiş bir konumu olan sanat üretimi ve promosyonu alanından- geliyorum. Benimki gibi toplumlar; geçiş döneminin mücadelesini yaşayan, mutlu AB ailesine üyeliği hak etmeyi beklerken belirsizlik ve sabırsızlıkla karşılaşan toplumlar.

• Coğrafi, siyasi, teorik ve sembolik anlamda Avrupa’nın sınırları nerededir ?
• Avrupa’nın dış sınırında kim yaşıyor ?
• Avrupa’nın merkezi nedir ve sınırları nelerdir ?
Bunları konumlandırmaya niyetlendiğinizde karşılaşılacak zorluklar şunlardır: geçmişin hayaletini kovalamak, günümüzdeki çeşitli yanlış anlamalar, basmakalıp düşünceler ve önyargılarla baş etmek, çağdaş dünyada kişinin iktidar konumunun karar verici önemini karşılamak. Sınır belirleme hatlarının göreceliliğini ve tutarsızlığını deneyimleriz.
Balkan sendromu: kullanılabilecek mecaz; tahripkar ve kendini de tahrip eden etnik tutkular girdabı, tutarsızlık, güvensizlik için operasyonel matris kuralı. Kısaca, Balkanların sınırları üzerinde bir uzlaşma yoktur:
Sırplar için Balkanlar “işte şu aşağıda” Kosova veya Bosna’da başlar, böylece Sırbistan Hiristiyan medeniyetinin savunucusu/koruyucusu olacaktır.
Hırvatlar için Balkanlar Ortodoks Sırbistan’da başlar, böylece Hırvatistan batının demokratik değerlerinin koruyucusu olacaktır.
Slovenyalılar için Balkan Hırvatistan’da başlar, böylece Slovenya huzurlu orta Avrupa’nın son parçası olacaktır.
Bazı İtalyanlar ve Avusturyalılar için Balkan Slovenya’da başlar, böylece Slovenya sınırları hiddetli Slav kavimlerinin önünde cephe oluşturacaktır.
Almanların çoğu için Avusturya’ya (Balkanlarla olan çok sayıda tarihi bağları dolayısıyla) Balkan toplumunun fesadı ve verimsizliği bulaşmıştır, hatta bazıları için Bavyera’nın bile Balkan hastalığına karşı bağışıklığı yoktur.
Bazı kibirli Fransızlar için Almanya “Fransız inceliğine” çok yabancı olan Balkan acımasızlığı ile ilintilidir.
Bazı İngiliz muhafazakarları tüm Avrupa kıtasını, Brüksel yeni İstanbul olmak üzere yeni bir Tük İmparatorluğu gibi, İngiliz hürriyetini ve hakimiyetini tehlikeye atan despot bir merkez gibi algılamaktadır.
Bu olgu tanınmış Sloven filozof Slavoj Zizek tarafından “refleksif/dönüşlü ırkçılık” olarak adlandırılmıştır. Sınırların hareket ettirilmesi, sınır ve merkezin tüm alanlarının kaydırılması, konumunun değiştirilmesi olayıyla karşımıza, gerçek coğrafya yerine, gerçek alanlar üzerine karanlık ve baskı altındaki ideolojik düşmanlığını yönelten hayali bir harita çıkıyor.
Hepimiz Avrupa’nın merkezinin AB olduğu ve yeni sınırlardan oluşan bu natamam toprakların; dağıtımdan ve kudret sahibi olmaktan daha az nasibini alacak olan Avrupa sınırlarını temsil edeceğinde hemfikir olabiliriz.
Karadağ, siyasi açıdan milli ve kültürel kimlik olarak kendi içinde keskin olarak bölünmüş bir toplum. Karadağ için bağımsızlık oylaması 21 Mayıs’ta yapılacak. Bu bölünmüş toplum bir noktada birleşiyor: AB’nin eşit bir parçası olmak ortak arzu, ortak istek. Öngörülerin çoğu sabırsızlıkla beklenen AB ile kucaklaşma tarihini 2015 olarak gösteriyor. Böylece biz de ekşi üzümün tadıyla yetiniyoruz; herkes AB konusunda doğrudan deneyimi olan ve AB hayatının diğer yüzünün kısıtlamalar, sert kurallar olduğunu anlatan birisini tanıyor, onlar bize bu ağır muamele altına o kadar çabuk girmememizi nasihat ediyor. Ama yine de benim ülkemde hala herkes geleceğini bu istikrar ve birleşme süreçlerinde görüyor.
Avrupa’nın merkez ve sınırları arasındaki ilişki nasıl işliyor?
Bir hikaye-bir gerçek: Ünlü kozmetik firmaları AB üyeleri ve AB’ye üye olmayanlar için aynı isim altında farklı kalitede ürünler üretiyor. Düşük kalitede AB dışında dağıtıan bir kopya. Hepimizin bildiği gibi kültür ve eğlence endüstrisinde korsanlık AB’de suç unsuru muamelesi görmektedir. AB dışındaki ülkeler, bu tür uygulamalardan vazgeçmek zorunda ve bunu yaparak AB’ye AB standartlarını ve kurallarını kabul ettikleri ve davranışlarını iyileştirdiklerine dair bir işaret vermiş oluyorlar. Ancak düşük kalitede bir kopya ürün yapılmasıyla korsanlık, AB içinde yasallaşıyor. Bu da korsanlığı menşeine yani Avrupa sınırlarına geri getirmek demek. AB üyesi olmayan ülkeler aynı kaliteye layık değiller mi ? Aynı değerleri paylaştığımız aynı ismi kullandığımız-Avrupa, aynı ürünleri paylaştığımız (hepimiz için aynı olmayan) sadece görünüşte değil. Çok daha önemlisi hepimizin aynı güç oyununun, aynı sessiz uzlaşmanın bir parçası olmamız. Ben buna gerçeğin plastik cerrahi yoluyla güzelleştirilmesi diyorum, bu da gerçeği tahkim ettiğimiz anlamına geliyor. Konu kozmetikler veya görünüş değil. Bu; bizim içte, derinlerde, yüzeyin altında yatan, ters istikamette ilerleyen bazı süreçleri sakladığımız anlamına geliyor.
Çağdaş dünyada kültür bakımından yaratıcılık dalgalarını merkezden dış sınırlara harekete geçiren bazı merkezkaç kuvvetleri vardır. Biz hepimiz çağdaş dünyada küçük ve dış sınırlardaki kültürlerin yükselişine şahidiz. Yavaş yavaş uyanırken, kendimize güven kazanmaya, kendimizi aşağılık kompleksinden ve baskın yerel kültür kodundan kurtarmaya başladık. Ülkemizin uluslararası seviyede artık tanınmaya ve takdir edilmeye başlandığını gördük. Çağdaş, sanat alanındaki güncel eğilimleri takip ederek kültürümüz ve sanatçılarımız örneğin, Venedik Bienali’nde başarılı oldular.
Küçük ve dış sınırdaki kültürler neden patladı ve insiyatifi ele aldı ?
“Sıkıntının felsefesi” adlı kitabında Norveçli yazar Lars Svensen, sıkıntının “çağdaş dünyanın baskın duygusu” olduğunu keşfetmiş. J.G. Ballard’un romanından filme akttarılan ünlü David Cronenberg filmi “Carpışma” aşırılığı yeni bir zevk kaynağı ve hayatın yeni bir algılanma biçimi olarak keşfediyor.
Küratör Harald Seeman’den bir soru : “Batının tümü oldukça renksiz ve kansız oldu, hiçbir altüst etme yok, gelecek Balkanların. Harald Seeman’ın 2003 sergisi “Bal ve Kan” adındaydı ve Balkan’lara ithaf edilmişti. “Balkanları kendi hatrına kendinin karanlık fakat güçlü zıddı olarak yeniden yaratmak.”
Hayal gücü ve sanal katkı odağa yerleşti (örneğin Güney İtalya’da, cinsel temas sırasında kadınlar açık saçık hayallerini eşine anlatır) ve mutlak zevke yönelik faaliyetin gerekli bir parçası haline geldi.
Balkan sanatının alt üst edici enerjisi, onun yerel toplulukların sosyal ve kültürel basmakalıplarını kırma potansiyeli, meşhur Hırvat filozofu Boris Buden’in dediği gibi “sanatın söyleyecek bir şeyi olduğu ve sanatın etkisinin sadece pazar kanunlarının, sermayenin ilgisinin ve siyasi gücün ifadesine indirgenmiş olmadığı güzel eski zamanlara yönelik batı nostaljisinin izdüşümü” haline gelmektedir. Seeman bu deyişi kabul etmeyerek şöyle demekteydi “ Burada konu, egzorsizmi göstermek değil, fakat bir kültür düzeyini batılı duyarlılığıyla birleştirmektir.” Ancak bu o kadar kolay olmuyor. Bu sergiye ilişkin gerçek ve temkinli sözler bir politikacı tarafından söylenmişti. Avusturya’dan Sn. Erhardt Busek, Güneydoğu Avrupa İstikrar Paktı Özel Koordinatörü olarak sergi hakkında şu yorumda bulunmuştu: “Avrupa ile birleşmek isteyenler, Balkanları reddederek onun yerine bir güneydoğu Avrupa nosyonu koymalılar. Balkanlar sapkın ve baş aşağı dönmüş olan her şeyi temsil ediyor, öyleyse daha başka hakarete niye ihtiyacımız olsun?” Sergi, inşaat malzemeleri ticareti yapan, bu konuda uzmanlaşmış büyük bir şirkete bağlı olan bir Avusturya galerisi tarafından düzenlenmişti ve bu firmanın temsilcisi sergi katoloğuna şöyle yazmıştı: “Güneydoğu Avrupa yüksek önem taşıyor, özellikle ticaretin genişletilmesi bakımından çok ilgi çekici bir bölge.” ve bunun da sergiyi düzenlemeyi kabul etmelerinin sebebi olduğunu söylemişti.
Merkez ile sınırlar arasındaki ilişki, standartların, kuralların devamlı geliştirilmesi ve tümden kabulü, uygulanması ve tanınmasını hedeflemekte fakat gerçekte bunun tümü açık menfaat ve zayıf bir mantıklılıkla yönetilmekte. Aynı zamanda sınırların birleştirilmesi ve entegrasyonu süreçleri olarak da isimlendirilen standardizasyon ve istikrar süreçlerinde kültür, halihazırda ele geçirilmiş olan alanı/yerini kendine saklamalıdır. Bu alan; aykırılık için, birisinin kurallarından, fikirlerinden, talimat ve beklentilerinden kaçmak için bir boşluktur. Bu marjinalleştirilmiş kültürler için “olmazsa olmaz” dır.

Cengiz Aktar
Bu konunun görüşülmesinin zamanlaması çok yerinde, zira politikacılar önümüzdeki aylarda Avusturya’nın başkanlığında Avrupa’nın sınırlarını görüşecekler. Politikacıların görüşmeleri büyük ihtimalle buradaki kadar canlı olmayacak. Avrupa’nın sınırlarını taş duvarlarla örmek istedikleri anlaşılıyor. Her türlü ikincil düşünceye sahipler ve şimdi, bir gün, bir yerde AB projesinin durmasını istiyorlar.
Daha önceki genişlemelere baktım. Tabii ki, –İsviçre hariç – bütün genişlemeler Avrupa’nın sınırlarından ve uçlarından gelmiş. Ne zaman bir genişleme olsa, 1973’teki İrlanda, İngiltere ve Danimarka genişlemesi ile başlayarak, buna bir tartışma eşlik etmiş. Çeşitli sebeplerden dolayı, Fransızlar İngilizlerden nefret ediyor, Almanlar Danimarkalıları sevmiyor ve böyle devam ediyor. Tartışmalar, Yunanistan İspanya ve Portekiz’i, Akdeniz’deki üç eski diktatörlüğü içine alan ikinci büyük genişlemeyle beraber, devam etti. Bu genişleme gerçekleştiği sırada ben Paris’te öğrenciydim ve Fransızlar’dan bu üyeliklere karşı çıktıklarını dile getiren birçok olumsuz görüş duyduğumu hatırlıyorum. Fransızların İspanya’nın da bir gün kendileri gibi Avrupalı olacaklarını kavradıkları gün, eski günlerin Franko karşıtı dayanışmasının kayboluşunu görmek gerçekten ilginçti. Sonra 1975’te sözde zenginlerle yapılan genişleme geldi, Avusturya, İsveç ve Finlandiya. Bu defa tersine bir tartışma vardı, çünkü bu ülkelerin yaşam standartları daha yüksekti. Bu defa da İsveçli ve Finlilerin kıta Avrupası’nın geri kalanına “iyi davranış” dersi vermelerini görmek ilginçti. Sonra da en yeni, en problemli genişleme geldi. Çok kültürlü Malta ve Kıbrıs’ı kenara koyarsak, Orta doğu Avrupa’daki 10 ülkede, özellikle Avusturya ve eski doğu ile sınırı olan ülkelerde, bu yeni ülkelerin Avrupalılığı konusunda veya Avrupa’ya katılım fırsatını elde etmeleri hakkında tartışmalar oldu. 1973’te başlayıp bugüne kadar gelen tüm bu tartışmalarda, diğerleri için bahis konusu olmayacak bir şekilde üyeliği “soru işareti” olarak düşünülen/sorgulanan Türkiye’yi bir kenara koymak istiyorum. Doğu ve Orta Avrupa’ya karşı işleyen basmakalıplara galip gelen tartışma, 1989’dan sonra komünizm sonrası devirde yapılması gereken ve yapılmayan tartışma şimdi su yüzüne çıkıyor. Mayıs’ta politikacılar onların 2007’deki tam üyeliğine karar verirlerken, Bulgarların ve Romanyalıların bunun bedelini ödemesi gerekebilir. Dahası, batı Balkan ülkeleri ve Türkiye de bu “sınır tartışmasından” nasibini alacağa benziyor. Bu süreç, tarihsel ve coğrafi sınırları önemsiz kılıyor, ancak akli sınırları değil. Bugünlerde bunlar çok kuvvetli olarak yüzeye çıkıyor.
Batılıların başta ulus olmak üzere, iyi bilinen basmakalıplar ve yapıların her çeşidinin arkasına sığınmaya çalıştıkları bu had safhada tehlikeli yeni-milliyetçilik akımını tersine döndürmek için sanatçıların ve kültür dünyasının kadın ve erkeklerinin eserlerinin işlevi ve avantajı ne olacaktır? AB’ye red oyu vermiş olan Fransızlar komşularını görmekten bile nefret etmekte.
Bugün bir korku ortamı var ki bu hiç de iyi değil. Muhtemelen kültür dünyasının erkek ve kadınlarının yapacağı çok şey var ama onlardan önce, bu tehlikeli akımı ve su yüzüne çıkan milliyetçi söylemleri tersine çevirmek için politikacıların yapacağı daha çok şey var. Belki de bugün merkezdeki insanların en büyük korkusu, sınırların/uçların merkez haline geliyor olmasıdır.

MeydaYeğenoğlu
Avrupa’da bir organizasyonun açılış seremonisi olarak kilise çanlarının çaldığını farzedin. (biz ezan sesini kullandık).
Sınırlar üzerine yapılan her tartışma kaçınılmaz bir şekilde merkez ve merkeze koyma/konma tartışmasını da davet etmektedir. Avrupa’nın sınırlarını kim ve ne işgal etmekte diye sormayacağım, ama dikkatimi daha çok hareketlere ve aslında Avrupa’nın kendini bir kez daha bir merkez, bir birleşmiş varlık, yani çağdaş jeopolitik sahnesindeki konular ve olayların içinde egemen unsur olarak, “sömürgecilik sonrası şartlar altında” oluşturmasını sağlayan yeniden keşfedilmiş sömürgesel hareketlere çeviriyorum. İslam’ın bağımsız Avrupa anayasasındaki tersine rolü.
Türkiye’nin AB üyeliğine müracaatı ve Müslüman bir ülkeyi tahayyül etme olasılığı, Avrupa’daki liberaller ve aşırı sağ arasında İslam hakkında derinlere yerleşmiş oryantalist endişeleri kızıştırdı. İslam hakkındaki oryantalist huzursuzluk, Avrupa’nın sözde ayırdedici özelliklerini öne çıkarmak ve böylece Avrupa’nın Avrupalılığını ayrı kılmak isteği ile el ele gider. Avrupa’nın ortak Avrupa mirasının ve esas değerlerinin altını çizen söylemlere yakından bakıldığında; bunların dinle ilgili imalardan tamamen kurtulmuş olmadığı ve de Avrupalı kültür kimliğini tanımlamak için sarfedilen güncel gayretlerin içinde, dinlerin doğasını ve gücünü tartışmak için çok bereketli bir zemin sunduğu ortaya çıkmaktadır.
Avrupa tarihi, bütün çeşitlemelerinde ve tarihi eklemlerinde anlamı aynı kalan sabit ve tek bir esasın açılımı olarak görülemez. Yine de belli bazı özelliklerin değişmediğini veya tarihin akışı içinde Avrupa söylemine farklı biçimlerde eklemlendiğini fark etmek mümkündür. Bu özelliklerden bir tanesi; Avrupa için İslam’ın sorgulanamaz zıtlığıdır. Diğer bir deyişle, bu çeşitli tanımlar içinde ortak bir özellik olarak kalan, uygun bir Avrupa kimliği olarak görülenden İslam’ın dışlanmasıdır. Bu bağlamda İslam, Avrupa’nın dışında bir kurucu işlevini yerine getiren devamlı bir unsur olarak görülebilir.
İslam, Avrupa kimliğinin umulmadık birliğinin kurulmasına ters şekilde yardımcı olmuştur. Reform ve 17. yüzyıl ile beraber, Hıristiyanlığın birleştiriciliği vizyonu etkisini kaybetti fakat bu Hıristiyanlığın öneminin azalması anlamına gelmedi. Sadece Hıristiyanlığın Avrupalı devletler sisteminde bölgesel bir kimlik olma durumu son buldu. Aydınlanma ile beraber etkili hale gelen; kimliğin temelde dini bir tanımlaması yerine Avrupa’ya evrensel bir medeniyet projesi rolü atfeden laik bir tanımlamaydı.
Kimlik tanımlarındaki artan laikleştirmeye rağmen, Hıristiyan dünyası, Avrupa medeniyetinin kendini tanımlayabilmesinde baskın kültürel unsur olarak kaldı. Böylece toplumda kilise ile devlet arasında artan bir ayrım oluşurken, din Avrupa’nın sosyal ağ örgüsüne nüfuz etmiştir. Bu durumda şunu sorabiliriz: “Hıristiyanlık geçmişinden radikal bir kopma hiç oldu mu ve Avrupa kültürel kimliği bu tür bir dini tanımlama biçiminden ayrılma anlamına geliyor mu?”
Avrupalı kimliği söylemi ve belli bazı kültürlerin, bilhassa bir Müslüman ülke olarak Türkiye’nin, yeteri kadar Avrupalı olup olmadığına dair liberaller ve aşırı sağcılarca teklif edilen değerlendirme ve sınıflandırmalar, gündemi sözde Avrupa geleneğinin saflığını devam ettirmek suretiyle muhafaza edilmesi olan bir söylemin arazı olarak görülebilir. “Biz” Avrupalılar ile “onlar” Türkler, Müslümanlar ve diğerleri arasına çekilen sınırlar da, Avrupalı kimliğini diğer kimliklerle karıştırmamakla ilgilidir. AB ile ilgili söylemlerde yeniden vücuda gelen bütünleşme ve birleşme konuları, temelde ortak veya uyumlu bir Avrupa kimliğinin tanımlanması ile ilgilidir.
Ortak bir kadere sahip Avrupa’nın Birliği hayali, birlik hakkındaki bir fantazidir. Bu fantazi birlik, bölünme kabusu ile vurulmuştur. Avrupa’nın imtiyazlı bir kıta ve sınırları dışındaki barbarlara kıyasla medeni olduğu fantazisi, Avrupa’nın tarihinin temel aldığı oryantalist düşüncenin ortaya çıkma anıdır. İçerden bölünmeyi kabul etmektense AB söyleminin metni, dehşetini dışarıda konumlandırmaktadır.
Ortak bir kimlik ve paylaşılan değerler arayışı, kültürel farklılık gösterenlere bağlı olarak belirlenmiştir. Avrupa’nın Avrupalılık haritasını çıkarırken, çeşitli kültürler ve yaşam tarzlarının uyum sağlayıp sağlayamayacağı esas konu olmaktadır. Bu, fantezisi kurulan birlikten kültürel ve dinsel açıdan farklı olanlara karşıdır ve Avrupa’nın ortaklığı hayal edilir. Bu nedenle diğer kültürlerin uyum endişesi ve AB’de aranan uyum, aslında içerdeki öbürleri hakkında duyulan endişedir. Bu endişenin en barizleştiği an, AB’ye Müslüman bir ülkenin katılım olasılığı söz konusu olduğunda ortaya çıkmaktadır. Bu konuda mütereddit olanlar, çekincelerini sadece ülkenin dini konumu ile sınırlandırmamaktadır. Ülkenin adaylığının ciddi bir şekilde düşünülmesi halinde değiştirilmesi önerilen, insan hakları, pek çok hukuki, sosyal, ekonomik ve politik husus gibi sayısız diğer faktör söz konusudur. Türkiye, tarihe dayanan kuvvetli kökleşmiş laikliği dolayısıyla basit anlamda bir Müslüman ülke olarak kabul edilemez. Önemli olan, Türkiye’yi bir üye olarak kucaklamaktaki isteksizliği doğrudan ifade etmek değil, liberaller ve aşırı sağcıların bu isteksizliği ifade ediş biçimlerinin araştırılmasıdır. Avrupalı değerler ve Avrupa kültürü ile yaşam tarzı ile Türkiye arasındaki farklılıklar, Türkiye’yi gerçekte ve temelden Avrupa’nın dışında tutan unsurlardır. Dahil edilmesinin Avrupa’nın Avrupalılığına bir tehdit oluşturuacağı korkusu vardır. Resmi AB söyleminin beyan ettiği üzere “çeşitlilik içinde birlik”, bu farklılığın AB’ye dahil edilmesini tolere edemez.
2002’de Le Monde’un D’Estaing ile yaptığı röportajdaki beyanından bazı kısımlar: “Türkiye’nin AB’ye girmesine hiçbir zaman müsaade edilmemeli, zira Türkiye’yi kabul etmek, AB’nin sonunu telaffuz etmek olur.”
Türkiye diğer 15 üye ülke ile ve muhtemelen katılıma davet edilecek diğer 10 şanslı ülke ile mukayese edildiğinde “farklı bir kültüre, farklı bir yaklaşıma ve farklı bir yaşam tarzına sahiptir. Başkenti Avrupa’da değil ve nüfusunun %95’inden fazlası Avrupa dışında yaşıyor. Bir Avrupa ülkesi olamaz”.
“Türkiye’nin kabulü Fas başta olmak üzere diğer Orta Doğu ve Kuzey Afrika ülkelerinin kabul taleplerinin yolunu açacaktır” diyor, ki bu da ona göre AB’nin sonu anlamına geliyor. D’Estaing’in Avrupa’nın Avrupalılığını devam ettirmedeki ısrarında, kültürel farklılık deyimi çok önemli rol oynamaktadır, zira farklı kültür, yaşam tarzı ve yaklaşımı olan bu insanların varlığının Avrupa’nın kültürel özelliklerinin zayıflamasıyla sonuçlanacağı düşünülmektedir. O zaman da Avrupa’yı Avrupa olarak muhafaza etmek kolay olmayacaktır. D’Estaing’in söyleminde farklılıklar bölenin öbür tarafındakilere atfedilirken, Fransız cephesinin lideri Jean Marie Le Pen, milliyetçi söyleminde “farklı olma hakkı” sol sloganını kullanarak, Fransız halkının farklı ve ayırdedici karakterini azınlıkların etkisine karşı korumada ısrarcıdır. Her iki halde de konu; birliği tehdit eden gayrı medeni yaşam tarzı ile medeni Avrupa kültürü arasında ayrım yaparak Avrupa’nın ve/veya Fransa’nın saflığı ve birliğinin nasıl korunacağıdır. Avrupa’nın kim içinde, kim dışında sınırını çizerken, Avrupa’nın İslam ve Müslümanlar hakkındaki eski korkular ve endişeler yeniden su yüzüne çıktı. Bu endişe, Avrupa’da Avrupalılarla birlikte olmak iddiasını taşıdığı düşünülmeyen Osmanlı Türklerinden duydukları korkudan farklı olarak, bu defa Avrupa sınırları içinde Müslüman toplulukların ve İslam geleneklerinin varlığı hakkındadır. Farklı yaşam tarzları ile Müslümanlar, Avrupalılarla aynı medeniyet esaslarını paylaşmamaktadırlar. Müslümanların Avrupa diye anılan coğrafyada Avrupalılarla bir arada yaşaması öngörülemez, zira onların mevcudiyeti, Avrupa’nın İslamcılık yoluyla yok edilmesi potansiyel riskini taşımaktadır.
Le Pen’den bazı alıntılar:
“Bugün Fransa’nın kimliği siyaset kurumunun kozmopolit görüşleri tarafından tehdit edilmektedir.” “Fransız kimliği yok olma tehdidi altındadır. Eğer ülkemizi camilerle çevirmeye devam edersek ve çocuklarımız kültür zenginlikten yoksun o monoton Araplar ve Afrikalılar gibi olurlarsa, yarın Fransa’nın aynı kalacağına nasıl inanabiliriz?
İnsan, açıklamaya çalıştığım Avrupa söyleminin tanımının sadece aşırı grupların görüşlerinden mi oluştuğunu ve dolayısıyla sağ kanat yabancı düşmanı kültürün bir parçası olup daha liberal olan görüşü temsil edip etmediğini merak edebilir. Liberal görüşün bariz şekilde Avrupa’daki Müslüman varlığına daha fazla “tolerans” gösterdiği doğrudur. Ancak, ana akım versiyonunu daha yakinen incelediğinizde Müslümanların sadece İslami özlerinden sıyrılabildikleri, kültürel miraslarını terkettiklerim ve Avrupa kültürüne asimile oldukları ölçüde Avrupa’nın bir parçası olarak kabul edilebileceklerinin farkına varmak mümkündür.
Avrupa kimliğinin daha liberal şekillenmesinde Hıristiyan söyleminin artıklarını izlemek zor değildir. Hıristiyanlığın Avrupa’nın birleştirilmesindeki ayrıcalıklı konumunun katiyetle sona erip ermediğini sorgulayabiliriz. Belki de Avrupa Birliğinin yeniden şekillendirilmesinde artık yalnız başına Hıristiyanlık söylemi değil de bunun kültürel farklılaşma ve yaşam tarzı ile yer değiştirmiş olan laik versiyonları ve onun sonuçları etkindir. Bütün bunların ışığında, Hristiyanlığın eski birleştirici söylemindeki bir kırılmadan bahsetmek pek mümkün değildir. Son zamanlardaki söylemler, Avrupa’nın bu yeni kimlik tanımı arayışı girişimlerinin nasıl bir yeniden tanımlama olduğunu göstermektedir. Bu bariz yeni kimlik, aslında eski değer ve ideallerin laik söylemlerle canlandırıldığı yer değiştirmiş bir yeniden tanımlamadır.
Dolayısıyla, AB yapılanması “dini olanın geri dönüşü”nden bağımsız olarak düşünülemez. AB’nin söylemi içine yerleştirilmiş din bileşeni sadece, eski Hristiyanlık nosyonunun yeniden yüzeye çıkması veya nerdeyse yeniden canlandırılması olarak görülmemelidir. Aynı şekilde Hıristiyanlık ögesi basit şekilde AB içinde bir sapma işareti olarak da görülmemelidir. Daha çok, Avrupa ile İslamcı diğerleri arasında yeni bir sınır oluşturmak üzere dolambaçlı bir evren sunan öge olarak görülmelidir. Hristiyanlığın küreselleşme ve AB bağlamındaki yeni temsili, kültürel farklılık meselesine olan uzaklığından anlaşılabilir.
S: D’Estaing ve Le Pen’in tüm Avrupa’nın görüşlerini temsil ettiğini düşünüyor musunuz?
C (MY) – Tabii ki onlar Avrupa’daki tüm siyasi arena veya halkın temsilcisi değiller. Ben bu iki aşırıyı bilhassa seçtim ancak bu bizi yanılgıya sevketmemeli. Onlar tehlikeli bir eğilimi temsil ediyorlar. Liberal görüş onlar kadar güçlü değil. İslam fobisi Avrupa’yı yüzyıllarca şekillendirdi. Ben bu korkunun hala canlı olduğunu vurgulamak istedim.
S: Avrupa şimdiki gibi mi kalacak yoksa şekil değiştirecek mi? Fransızlar sömürgelerinin kültürlerini ihmal, asimile etmediler. Fransızlar en büyük İslam kütüphanelerinden birine sahip ve burada çokkültürlü çalışmalar yapıyorlar. Avrupa, İslam kültürü ile Avrupa kültürü arasında birbirini anlama yolunda bir denge bulmaya çalışıyor. Avrupa’nın İslamcı teröre yaklaşımı, İslam ile ilişki kurmaya çalışırken karşılaştığı kendi içinde bir sorun. Sizin bu husustaki görüşünüz nedir? Türkiye’nin bir katalizör olarak rolü:
C (MY) – Soru şöyle olmalıydı. “Nasıl bir Avrupa olsun istersiniz?” Bahsettiğiniz İslam kütüphaneleri kurma ve diyalog gayretleri güzel ama bunlar çıkış yolu değil. Bunlar yapısal konular. Tarihsel olarak kökleşmiş konular iyi niyetle veya kültürel diyalog oluşturarak, kütüphaneler açarak vb. çözülemez. Mesele kudret, yapısal güçlerdir. Liberal çokkültürlü görüş toleranslıydı fakat ancak 11 Eylül’e kadar yaygındı. Irkçılık/oryantalizm iyi niyetten çok daha güçlü.
C (AA)- İslamcı terör Avrupa’yı ama daha da çok İslam ülkelerini tehdit ediyor. Tehdit kaynaklarını bilerek ve nasıl başa çıkılacağını ve bir gün nasıl yok edileceğini bilerek ele alınmalı, bu küresel bakış, Avrupa’nınki değil. Avrupa’daki Müslümanlarla Avrupa vatandaşı veya Avrupa üyeliğine aday bir ülkenin vatandaşı olarak ilgilenmemenin veya etkileşimde bulunmamanın özrü olamaz. İrlanda’nın terörle ilgili sorunları ülkenin AB üyeliğini engellemedi, tıpkı Baader Meinhof gurubunun faaliyetlerinin Almanya’nın üyeliğini engellemediği gibi.
D’Estaing şimdi Avrupa’da bir uç (hatta biraz daha da ilerisi) olabilir. Fakat diğer taraftan, bir gün o ve onun fikirlerini onaylayanlar ana akım haline gelebilir. Avrupa kendi “tarih öncesi Avrupa” görüntüsüne, Hıristiyanlığın diğer dinlere karşı dinsel savunmasına bağlı kalıyor. Avrupa’nın Müslümanları reddedişi, ana yemekte beyaz biberin karabiber ilavesine itirazına benziyor. Halbuki işte her ikisi de baharat. Bu Avrupa’yı ileriye değil, geriye götürür.
C (MY)- İslamcı terör, fanatik İslam gibi deyimlere ihtiyatlı yaklaşıyorum, bunların hepsi yeniden incelenmeli, üzerinde düşünülmeli ve ciddi olarak ele alınmalı. Ayrıca devlet terörü de yeniden incelenmeli.
S: Hıristiyan Avrupa’nın karşı bir güç olarak Türkiye veya İslam hakkında geniş tereddütleri var, ama aslında büyük oranda laik Hıristiyanlık sonrası Avrupa, sizin de söylediğiniz gibi Fransız laiklik modeli veya diğer Avrupa ülkelerince geliştirilen diğer laik modeller, asıl bunlar sorulması gereken sorular, çünkü bugün Avrupa’nın medeni haklar temelini oluşturan bu model, Hıristiyanlığa karşı çok ciddi bir eleştiri kanalıyla geliştirilmiştir. Acaba konuşmacılar şuna iştirak ederler mi: pek çok durumda homoseksüellerin ve kadınların çağdaş medeni haklarına karşı doğrudan öğretilerde bulunan Hıristiyanlık ve özellikle Hıristiyan Kilisesine karşı aynı şüpheci yaklaşımı gösteren birçok Avrupa vatandaşının mantıklı tereddütlerine de eğilmek gerekmez mi? Siz de İslam’ın tek tanrılı olmayan inanç sisteminde aynı şekilde İslam öğretisinin de birçok durumda laik bir yapıda homoseksüellerin, kadınların veya başka grupların elde etmiş oldukları medeni hakların kullanımında zorluk çıkaracağının mantıklı bir tereddüt olduğuna katılıyor musunuz? Müslüman vatandaşlar Avrupa ülkelerinde yaşayabilirler mi veya çoğunluğu Müslüman olan diğer ülkeler büyük oranda laik Hıristiyanlık sonrası Avrupa toplumunun kuruluş temelinde yatan özel olan ve toplumsal olan arasındaki ayrımı benimseyebilirler mi? İslam’ın özel olan ve toplumsal olan hakkındaki anlayışı farklıdır. Hıristiyanlık Sezar’a ait olan şeyler ile Tanrı’ya ait olan şeyler arasındaki farkı gördü. Bu yapılabilir mi? Türkiye köklü bir şekilde laikleşmiş bir ülke olarak, ilginç bir şekilde bu köklü laikleşme modelini uygulamamış diğer İslam toplumları ile birlikte bu münakaşanın ortasına çekilmiş bulunmaktadır. Bu görüşü paylaşıyor musunuz?
S: Türkiye’nin Avrupa’da olup olmadığı sorusu bence bir çeşit ikiyüzlülük, çünkü bence Türkiye’nin dahil edilmesi halinde nüfusundan dolayı parlamentoda oylar merkezden Akdeniz ülkelerine kayacak. Bu, dinden ziyade ekonomi ve güç sorunudur. Sınırlar yeni merkez haline geliyor. Merkez ülkeler aynı problemleri, ihtiyaçları paylaştıkları için mi böyle oluyor? Bu bütünleşme problemlerinin genç nesille örtüşeceğini düşünüyor musunuz? Çünkü kişisel olarak her birimiz bir diğerimiz gibi hissediyor, aynı hayat görüşlerini paylaşıyoruz.
C (CA) - Bu bir nevi doğa kanunu, dış sınırlar merkez oluyor. Merkez gibi olmak idealdir. Belki de ideal iksir bir karışımdır. -Rumsfeld’in bir gün söylediği gibi “eski Avrupa”- yaşlanınca her şeyden korkmaya başlarsınız. Almanya, Fransa, İtalya, Benelüks ülkeleri gibi merkezin çekirdeğini oluşturan ülkeler, yeni liberal politikaların baskısı altında ekonomik bakımdan harp sonrası sosyal güvenlik toplumlarından daha başka bir şeye dönüşmenin büyük deneyimini yaşıyorlar. Bu dönüşüm uzun zaman önce İngiltere’de Sn. Thatcher tarafından başarıyla tamamlandı. Fransa ve Almanya şimdi bu süreçten geçiyorlar, hem de epey acılı olarak. Hiç kimse emeklilik, sosyal güvence, sağlık, eğitim, vs. ile ilgili sosyal ayrıcalıklarından vazgeçmek istemiyor. Bütün bu korkularda, karşılıklı şikayetlerde, hakaretlerde ağır bir ekonomik unsur söz konusu. Bununla nasıl başa çıkılacağını politikacılar bilmiyor. Her bir Batı Avrupa ülkesinde Le Pen’ler var. Kültürel farklılık konusu beni epey rahatsız ediyor. Tabii ki ülkelerin kültürel farklılıkları olacaktır. Polonya ile Türkiye’yi ele alalım, bunlar halen ağırlıklı olarak tarım ülkeleridir. Batı Avrupa toplumu tarım sonrası bir toplumdur, dinin ve askerin ağırlıyıyla el ele giden tarım toplumu olma durumunu geride bırakmıştır. Bugünün Avrupa’sı sevsek de sevmesek de esasta din, tarım ve asker sonrası bir Avrupa’dır. Türkiye gibi bir ülkeyi ele aldığınızda, imamlarla, askerler ve köylülerle dolu olduğunu görürüz. Sorun; kutuplaşmış bu farklılıkların nasıl evlendirileceği, nasıl bir araya getirileceğidir.
S (yorum): Avrupa’da terörizm veya İslamcı terörist hareketler Avrupa’nın kendi içinde çözmeye çalıştığı bir şey. Amerika bununla kendi ülkesi dışında mücadele etmeye çalışıyor. Bush’un Afganistan ve Pakistan’da yaptıklarını kasıtlı olarak Amerika içinde bir terör olayı meydana gelmemesi için yaptığına dair bir hipotez var. Avrupa, problemi İslam varlığını reddetmeden, dengede tutarak çözmeye çalışıyor. Bu teröre Avrupa yaklaşımı ile Amerikan yaklaşımı arasındaki bariz farklılık. Katoliklerle Yahudiler arasındaki İkinci Dünya Savaşı’ndaki çatışmaları hatırlatmak isterim. Avrupa kendi dini inançlarına sıkı sıkıya bağlıdır. Avrupa diyaloğu bilmez. Bu, şu an için Avrupa’nın dinle başa çıkma biçimi, gelecekte ne olur bilemiyoruz. Avrupa kendi söylediklerinden başka bir şey duymak istemiyor, bu da değişime karşı olmaya çalışmak demek ve bu da yaşlanmasının sebebi.
C (BM) - Eğlence kültürünün egemenliğine rağmen, sanat ve kültür halen dünyadaki en ilginç ve ilham verici siyasi platform.

Hiç yorum yok: