5 Kasım 2007 Pazartesi

Panel - Avrupa İçin Bir Ruh

PANEL - AVRUPA İÇİN BİR RUH

Saat: 14.30 - 17.00
Yer: İTÜ Habitat Salonu

Oturum Yöneticisi:
Steve Austen (Felix Meritis Vakfı, Hollanda)

Konuşmacılar:
Oruç Aruoba (Felsefeci, Yazar, Türkiye)
Enis Batur (Şair, Yazar Türkiye)
Alfred Pfabigan (Felsefeci, Avusturya)
Rose Fenton (Serbest Sanat Üreticisi ve Danışmanı, İngiltere)

Steve Austen
Bu panel gerçekten bugünlerde moda olan bir konuya ithaf edilmiş. Dolayısıyla, bu paneli düzenleyenler –eğer varsa şayet- “Avrupa için bir ruh”un tanımlanmasında gerekli olacak esaslara eğilinmesini öngörmüşler.
Ben Berlin’de iki yıl önce “Avrupa için bir ruh” girişimini başlatan bir grup vatandaştan biriyim. Bu girişimin başlangıcı; Hans Dietrich Genscher, Timothy Garton Ash, Bronislaw Geremek, Richard von Weizsaecker gibi lider politikacı/bilim adamlarının biraraya gelerek AB’nin o güne kadar politik/ekonomik işbirliğini temel alan doğasının, bizi vatandaşlar açısından daha iyi bir dünyaya yönlendirmediğine –özellikle Fransa ve Hollanda’da gerçekleşen referandum felaketlerinden sonra bu yeni bir görüş değil- karar vermesine dayanıyor. Eksik olan etmen en azından politikacıların görüşüne göre “kültür”dü. Amacımız, eğer AB ve AB’nin etrafındaki ülkelerle iletişiminin vatandaşlar için daha güçlü bir alana, daha etkin bir sivil topluma yol açması isteniyorsa ve sadece bu yolla AB’nin başarı sağlaması mümkünse, tüm ölçütlerin kültürel açıdan tanımlanmasını sağlamak. AB kültürel bir kavramdan başka bir şey değil ve görevi aralarında Europist’in de bulunduğu birçok vatandaşlık organizasyonuyla beraber bunu yerel, ulusal ve uluslar arası politikacıların aklına sokmak. Bu fikir Barroso tarafından birçok demeciyle desteklenmiştir. Ayrıca, Balkanlardaki barış süreci üzerinde çalışan Erhardt Busek ve diğer lider politikacılar da bu yaklaşımın sonuçları hakkında daha fazla bilgi sahibi olmak istemektedirler. Berlin’deki bu ilk duyuruyu takiben biz vatandaşlar olarak bununla ilgili konuşmak üzere bugüne kadar; Lizbon, Budapeşte, Belgrad, Novosibirsk, Barselona, İstanbul, Bükreş, gibi şehirlere davet edildik. Tüm bu toplantılar genç yöneticiler tarafından yönetilen çok küçük STK’lar tarafından düzenlenmekte. Avrupa’yı başarılı bir kavram haline getirecek bir unsur varsa bu; birlikte çalışmanın kültürel bir kavram olduğu nosyonuna sahip genç eylemci bir nesildir. Aksi takdirde ülkeler arasına yeni sınırlar koymuş oluruz ve gittikçe artan oranda ulus devletlerin kendi ayrımlarını kültürel bağlamlarla tanımladıklarına şahit oluruz.


Enis Batur
Ne zaman ne yaptığım sorulsa, dile getirmek zor geliyor. Hayatını yazıya adamış biriyim. Yazdıklarım içinde Avrupa bir tema/problem olarak merkeze geldi. Son 15 yıl içinde Avrupa ile ilgili bana da söz almak, düşünmek, yazmak, tartışmak düştü. Özellikle yurt dışı etkinliklerde konu ne olursa olsun, Türkiye-AB ilişkisi gündeme geldiği için kendime zaman içinde Avrupa’ya ilişkin düşünceler oluşturdum.
Yaklaşık 30 yıldır kültür hayatının çeşitli aşamalarında pek çok kolektif etkinliğe (yayıncılık, kitle iletişim gibi) katıldım, Türkiye’nin kültür hayatındaki boşlukları doldurmak için çaba sarfettim ve bunu sürdürüyorum.

Oruç Aruoba
Salondaki çoğunluk Türkçe için kulaklık kullandığına göre sakıncası yoksa konuşmamı İngilizce yapmak istiyorum.
Ben adına “felsefeci” denmiş garip yaratıklardan biriyim. Eskiden üniversitede ders veriyordum, şimdi bu tür organizasyonlarda konuşmalar yapıyorum.
Konumuz “Avrupa için bir ruh”. Bir ruh aranıyor. Bu ruh, dişi ya da erkek öldü mü? Yoksa Avrupa’nın hiç ruhu olmadı mı?
Matematik’teki eleme yöntemine göre; tarihi bir gözden geçirelim ve Avrupa’nın bugüne kadar sahip olmuş olduğu farklı ruhlara bakalım.
Her zaman varolmuş fakat fark edilmemiş belli unsurlar bulabiliriz.
Avrupa’nın sahip olduğu ruh kimin ruhuydu? Birinci ruh Kutsal Ruh, Hristiyanlık’tı. Avrupa uzun süre bu ruha sahipti. Nietzsche’nin bunun öldüğünü ilan etmesinden sonra, 19. yüzyılın yarısında bu ruhu kaybetti.
Daha sonra krallar ve imparatorların savaşları geldi. Neticede birkaç yüzyıl boyunca süren ulus adı verilen bir ruh keşfedildi. Bu ruhtan birden fazla vardı dolayısıyla savaşıldı, boğazlar sıkıldı ve bunlar birbirini imha etti. Sonra Hitler, Mussolini ve Stalin’in ruhları birbirleriyle çarpıştı.
1945’te Avrupa bütün bu ruhlardan bıktığına kanaat getirdi ve aramaktan vazgeçti.
Tüm ruhları elediğimize göre elimizde ne kaldı?
Hep varolan ama farkedilmeyen neydi?
Thomas More fikirlerini yaşamıyla uzlaştırabilen bir insan ruhunu düşünüyordu.
David Hume bilgi birikimini gerçek olduğunu bildikleriyle uzlaştırıp bunun aracılığıyla hayatı güçlendirmeyi düşünüyordu.
Immanuel Kant kendinde tüm insanlığı temsil edebilecek bir insanı düşünüyordu .
Marx yaşamını emeğinden çıkaran ve onun ürününe sahip olan bir insan düşünüyordu.
Nietzsche kendini tüm insanlığa bir gelecek olarak yaratabilecek bir insan düşünüyordu.
Bütün bunlar felsefi saçmalık.
Dikkatli bakıldığında Avrupa’nın ruhu; özgür birey ve yaratıcı insandır.
Ait olduğu toplumun özgür bir üyesi olan bir insan, toplum alanında özgür birey. Kendi hayatını yaratma yetisine sahip birey, yaratıcı ve yaratıcılığıyla başkaları için de yaratabilen insan.

Alfred Pfabigan
Avrupalılık fikriyle bağlantılı olan bir meslekten gelmiyorum, ben Viyana ve Kaliforniya Üniversite’lerinde eğitim veren bir filozofum.
Avrupalı olmanın ne anlama geldiğiyle ilgili tecrübem; Amerikan medeniyetiyle yakın temas halinde olarak onların kendi kültürel çeşitlilikleriyle nasıl başa çıktıklarını ve bizim kültürel çeşitliliklerimizle nasıl başa çıktığımızı/çıkamadığımızı öğrenmek.
Kimse bir ruhun ne olduğunu bilmiyor, kesin bir tanımı yok. Avrupa söz konusu olduğunda cinsini bile bilmiyoruz, dişi mi erkek mi?
Kültürün ruhunu bulmak bu sıralar moda.
Jacques Delors diyor ki, “Kimse ortak bir pazara aşık olmaz”.
Şu anda podyumda olan bizlerin farklı kültür tanımları var. Aydınlanmış ve erken sanayileşmiş Anglosakson tanım Avusturyalı’nın tanımından, Avusturyalı’nın tanımı Türk’ünkinden farklı.
Kültür uzun süre milliyetçilikle bağlantılıydı. Herkes kendi kültürünün üstünlüğüne inanır. Bu biraz da düşmanca bir kavram. Terry Eagleton “Kültür insanların uğruna öldükleri bir şeydir.” demiş ki, bunun sayısız örnekleri mevcut.
Kültür sisteminin içinde hiyerarşi mevcut. Yüksek kültür, popüler kültür, vb var. Masada bizimle beraber elitist bir sanat üreticisi var ve belki de “Eğlence gerçek sanatın düşmanıdır.” diye düşünen Adorno ve Kant’ın takipçisidir. Ben popüler kültürden hoşlandığımı itiraf etmeliyim. Tony Blair’in “yaratıcı endüstri” fikrinin müthiş olduğunu düşünüyorum.
Kültür muazzam bir ekonomik faktör. Bizler popüler kültürün alanında Amerika’nın baskınlığı altında acı çekiyoruz.
Sadece ekonomist değil aynı zamanda İngiliz Kültür Derneği’nin Başkanı olan John Meynard Keynes “Hollywood’un canı cehenneme” demişti. Buna karşı bir şeyler yapmalıyız.
Burada bu konferansta ve Steven’ınki gibi organizasyonların içinde bulunmak harika.
Kültürün ne kadar önemli olduğuna dair tüm demeçlere rağmen, halen entelektüeller ve sanatçıların fikirlerini tartışabileceği merkezi bir Avrupa dergimiz yok. Ben şahsen, Habermas-Derridas tartışmasıyla ilgilenenlerin, tüm tartışma sadece yerel gazetelerde yayınlandığı ve bununla ilgili yayınlanan kitaplar bile tamamlanmadığı için tartışmanın detaylarını Google’dan bulmak zorunda kalmalarının utanç verici olduğunu düşünüyorum. Kültürün rolünden ziyade, bu konuyu devamlı olarak tartışabileceğimiz dergi veya internette bir yer gibi ortamlar geliştirmekten bahsetmeliyiz.

Rose Fenton
Kültür başka başka ülkeler için ne anlam ifade ediyor? Yüksek ve alçak arasındaki ayrım yanlış bir ayrım, hangi açıdan baktığınıza bağlı. Ingiltere’de “entelektüel” kelimesi Fransa’dakinin tersine neredeyse bir hakaret.
25 yıl once LIFT (Londra Uluslararası Tiyatro Festivali)’i kurdum ve yönetmeye başladım. Çadaş uluslararası tiyatroyu Londra’ya getirdik. Ben hararetli bir enternasyonalizm taraftarı ve Avrupalı’yım. Başından beri, kültürün milliyetçilikle ilişkilendirilmesine, ada zihniyetine-“İngiliz kültürü en iyisidir” zihniyetine-, kasıtlı bir şekilde öteki seslerin ve biçimlerin gözardı edilmesine karşı mücadele ettik. Bu benim hayatımın emeli oldu.
Ben Avrupa’da yoğun olarak çalışan bir kültür yorumcusu/üreticisiyim. Çağdaş sanat sergileyen bir dizi toplantıya, festivale katılıyor, bir Avrupa düşüncesi yaratmak için tartışmalar açarak sınırları parçalarına ayırmaya çalışıyorum.
Mahir Namur’un açılış konuşmasından bir alıntı yapmak istiyorum: “Biz sadece birbirini merak eden sıradan insanlarız”.
Deneysel alanlara giren ve risk alan çağdaş sanatları yöneten bağımsız organizasyonlar. Transfer organizasyonları, fikirler kuluçkaya yatırılıyor ve daha sonra “ana akım” diye tabir edilen tarafından alınıyor. Ana akım nerede, sınır nerede? Bu da başka bir soru.
Sanatçılar genellikle sınır tanımaz, onlar benim kültürümü, ülkemi temsil etmek için değil, sadece sanatları aracılığıyla dünyayı keşfetmek ve fikirlerini paylaşmak üzere oradalar. Sınırlar politikacılar tarafından sanatçılar üzerinden konuyor ve bu çağdaş sanat festivalleri ve organizasyonları aslında gayet doğal olarak uluslararası çalışıyor.
Çağdaş sanat alanında faaliyet gösteren bu bağımsız organizasyonların birçoğu ayakta kalabilmek için imkansız ittifaklar, ürünler yaratmak zorunda. Sosyal, sanatsal, eğitsel, devletle ilgili ittifaklar. Bu tür bağlantılar her zaman aranagelmiştir. Bağlantılarımıza nasıl baktığımız, onları nasıl bulduğumuz kilit bir konu. Dragan Klaic’in “kültürlerarası yetkinlik” diye isimlendirdiği şeyi nasıl geliştireceğiz? Farklı gelecekleri hayal etmedeki farkımızı keşfetmemiz için sanat nasıl bir açık alan yaratmalı?
Kenyalı bir oyun yazarı, sömürgecilik sonrası bağlam hakkında diyor ki “Önemli olan bağlantıları görmektir. O zaman farklılıklar, benzerlikler ve kimlikler hakkında konuşabiliriz. Dolayısıyla bir köprü gibi görülen sınır; hiçbir kültürün kendi başına bir ada olmadığının, temas ettiği başka kültürler ve tarihlerden etkilendiğinin farkına varılması üzerine inşa edilmiştir. Bu farkındalık, çeşitli kültürel sınırlarımız üzerinde kurmak istediğimiz tüm diğer köprülerin de temelidir.”
Avrupa’nın ruhu sadece basit bir şekilde Avrupa’nın sınırları dahilinde değil ötesinde konumlanmıştır. Avrupa’nın ruhu ve hikayeleri aynı zamanda Afrika ve Asya’da da yerleşiktir. Londra gibi yerlerde örneğin, sıradışı melez bir kozmopolitanizm mevcuttur ve bu da bir nevi Avrupa’nın ruhu, Avrupa’nın ötesindeki bağlantıları, ve genişleyen yeni zuhur eden Avrupa’dır.

Steve Austen
Kişiden kişiye değişen, insanların kafasındaki tanımların çeşitliliği ve kültürün ulus devletlerin hükümetlerinin ellerindeki enstrümantalizasyonunu da unutmayın. Kanuna bağlı bir STK’nız olduğu sürece, hükümetinizin sürdürmenizi istediği kısıtlamalar ve imkanlara bağımlısınız. Yakın zamana kadar soğuk savaşın tatlı günlerinde kültürün; dünyanın geri kalanına toplumunuzun ne kadar da hoş olduğunu göstermenin bir aracı olduğunu ve bunun hala devam ettiğini de dikkate alın. Sözde yeni demokratik devletler olarak isimlendirilen Letonya, Bulgaristan ve yenilenmiş eski devletlerden Hollanda’nın yeni kültür politikalarına baktığınızda, hükümetlerin Maastricht anlaşması kanalıyla onlara verilen ellerindeki alanı gün geçtikçe daha fazla kullanmaya başladıklarını ve Avrupa Topluluğu tarafından rekabet ve homojenizasyonu kontrol edilmeyen tek alanın kültür olduğunu görürsünüz. Bunun sonucunda; Malta’nın bir senfonik orkestra kurmak isteyecek, Letonya’nın halihazırda senfonik orkestrası var ve tüm orkestraların bir diğerinden üstün olmasını gerekecek. Bir devleti diğerinden ayırdetmek için ihtiyaç duyulan kültür, kültürel savaşlar gerçek savaşlardan daha mı iyi? AB’nin üye devletlere -gün geçtikçe daha da milliyetçi hale gelen- kendi kültür politikalarına sahip olma izni veren politikası, bize daha iyi bir Avrupa getirecek mi? Kültürün sadece pozitif bir içerik malzemesi olduğunu hayal edebiliriz. Oruç, neticede bireyin sorumlu olduğunu ve Avrupa’nın insanlararası iletişim sürecinde rol alacağını umduğunun altını çizdi. Sn. Abdalla bize gözlerimizi kapatmak ve Avrupa’nın İslamlaştırılması ile İslam’ın Avrupalılaştırılması konuları arasında bir ayırım yapmak istiyorsak bunun iletişim kuran ve engelleri aşmak için yollar bulmaya çalışan bireysel sorumluluğa dayandığını ve bunun kültürel bir tanım olarak görülebileceğini öğretti.

Enis Batur
Avrupa’nın ruhu var mıdır?
Avrupa’nın gövdesi var mıdır? Tartışmaların zemini uzun süredir bunun üstüne oturuyor.
Avrupa’nın sınırları tanımlanamadığı için Türkiye’nin Avrupa’nın parçası olup olmadığı tartışılıyor. Bu gövde kolay tanımlanmayacak.
Siyasilerin tanımlarında coğrafi çerçeve arayışı egemen. D’Estaing bu anlayışın tipik örneklerinden biri. Pek çok kişinin kafasında Avrupa’nın doğu sınırlarına ilişkin katılaşmış bir tarif var. Bazı karşı görüşte Avrupalılar da mevcut, Türkiye ve bazı Kuzey Afrika ülkelerinin de kapsanabileceğini düşünenler de var. Bu fizyolojik gövde sorunu bizi epeyce meşgul edecek. Bu durum ruhun tanımlanmasına da etki ediyor. Gövdenin sınırlarına göre ruh tarifi değişecek. Ruh öldü mü ki? Ruh çağırma seansı düzenlesek kimin ruhu gelir? Adorno mu? O gelirse iyi, uzlaşabiliriz. Ama ya Dr. Mengele’nin ruhu gelirse? Avrupa’nın ruhunu Adorno temsil eder diyebilir miyiz? Avrupa’nın geçmişine, tarihine bakarsak, güç. Bu uç örnekleri bilerek seçtim. Onların temsilcisi olabilecek nitelikte yeni yaşayan ruhlar var karşımızda. Aydınlar, düşünürler, sanatçılar, bilim adamları. Biri Avrupalı diğeri değil diyemeyiz. Her ikisi de Avrupa kültürünün ürünü.
Farklı ülkelerin farklı kültür tanımı olabilir mi? Ülkelere özgü kültür tanımı olabilir mi? Yoksa bu ülkelerde yaşayan farklı dünya görüşlerine, farklı geçmişlere sahip bireylerin tanımına mı bakacağız? Örneğin; Avusturya’dan Freud’un ve Thomas Bernhard’ın kültüre bakış açıları ortak değil. Tam bir Avrupa kültürü tanımına ulaşmak mümkün değil. Benim gözümde Avrupalılık, Avrupa’da doğmuş olmayı gerektirmez. Örneğin; Buenos Aires’te doğmuş Borges ve Cortazar ortaya koydukları değerler göz önüne alındığında bana göre Avrupalı’dır. Belki kendilerine sorulsaydı Avrupalılık’tan taşan bir tanım getireceklerdi, bir tür “Evrensel Adem” kategorisine bizi götürmek isteyebileceklerdi. Avrupalılık deyince Avrupalı değerler bütünü de dikkate alınmalı. Bu değerler kendi içinde çatışmış da olabilir. Buluştukları ana bir damar olması gerekir. Rönesans, Fransız devrimi, aydınlanma çağı, sanayi devrimi sonrası, II. Dünya Savaşı öncesi ve sonrası bir araya gelmiş yapıştırıcı değerler ve bunları bir araya getiren insanlar ve onların bıraktığı izler var elimizde.
Konu Avrupa’ya geldiğinde karşı kefede ayrıştırıcı değerler, dünya görüşleri, aidiyet tanımları var. Her kesimde bunlarla karşılaşıyoruz. Kuzey ligindeki bir Belediye Başkanı’nın “İtalyanlarla yabancılar aynı vagona binmesin” cümlesini duyalı çok olmadı .Önemli bir uygarlığın, zengin bir bölgesi. Bu cümle masum değil. Her an bize yabancılığımızı hatırlatıyor. Her zaman tetikte olmak zorunda olmak birey olarak beni tedirgin ediyor.

Steve Austen
1987’de Günther Grass tüm Avrupa’dan 20 meslektaşını davet ederek bir haftalık bir süre zarfında hangi Avrupalı figürün tüm dünya ülkelerinde tanındığını ve Avrupalı bir figür olarak görüldüğünü araştırdı, çıkan sonuç Güliver oldu. Bu figürün tüm ülkeler/diller için farklı bir anlamı vardı ve herhangi bir devlet, politik parti veya dini grup tarafından control edilemediği için bu pozitif bir sonuçtu.

Alfred Pfabigan
Ben de sonucu Dr. Faust ve Don Juan çıkan başka bir benzeri entelektüel girişim biliyorum.
Bilinen 7-8 tipik Avrupalı figür var. Dolayısıyla Avrupa’nın bedenini ve/veya ruhunu aramak pek manalı değil.
Bizim kültürümüzde bir havası olan “entelektüel” kelimesinin sizin kültürünüzde iyi bir ünü yok demek ki Rose. Bu tür moda terimler genellikle telafi işlevini görürler. Özellikle geç sanayileşen, zayıf veya geç bir aydınlanma yaşayan, tamamlanmamış bir burjuva devrimi geçiren, askerileştirilmiş, dinin etkisi altına alınmış ve tarımın egemen olduğu ülkelerde. Bu medeniyetlerde kültür, bir tür telafiyi ifade etmeye yarayan bir araç.
Televizyondaki bir belgeselde Thatcher’ın “İşte İngiliz malı” diyerek büfenin üzerine vurduğunu gördüm ve gözümün önüne Merkel’in şansölye konutunda dolaşıp “Alman meşesi” diyen görüntüsü geldi.

Rose Fenton
Veya benzeri şekilde İngiliz Havayolları uçaklarının yeni kuyruğunun uluslararası yaratıcı tasarımının tanıtımında Sn. Thatcher elindeki mendille kuyruğun üstünü kapatarak “İngiliz havayolları İngiliz’dir ve bizim İngilizliğimize sadık kalmamız gerekir.” demişti.

Alfred Pfabigan
Hala mükemmel bir anlatı arıyorsunuz ama hepimiz biliyoruz ki yapay kalabalıklar bir anlatı etrafında birarada tutulur. 30-40 yıllık bir süre boyunca bu anlatı milliyetçilikti, tüm Avrupa’da kolektif bir ruh hali vardı.
Avrupa’nın anlatısı; Avrupa’nın antik filozofi, dram, Roma hukuku, Roma politikası, rönesans, Hristiyanlık, reform, aydınlanma üzerine kurulu olduğu fikri. Bu anlatı işlemiyor. Aydınlanmanın diyalektiklerini gözardı ediyor. Hitler ve Stalin de aydınlanmıştı…
Adorno’nun kitleler için Avrupa’nın ruhunu temsil ettiği şüpheli.

Steve Austen
Eğer Avrupa’nın bir ruhu olacaksa, bir öz, bir fikir, bir his, bir tanım, bu Avrupa vatandaşları tarafından da paylaşılmalı diye belirtti Alfred. Bu tanımı yapabilecek kadarını bildiklerini düşünen ayrıcalıklı kişilerle sınırlı çevrelerde bunu tanımlarsak başarısız oluruz. Bilim alanındaki önemli Avrupalı çabaları, genel anlamda aydınlanmayı sürekli tekrarlama alışkanlığının bize artık yardımcı olmadığını vurguladı.

S (Yorum) - Değişim yönetimi kavramıyla Avrupa yüzleşmeli. Son 20 yılda muazzam bir değişim gerçekleşti ve Avrupa bununla başa çıkmada yavaş kaldı. Bu değişimle başa çıkmak, kullanılacak iletişimin biçimi bir diğer konu. İletişimin en uygun yolu diyalog kurmak. Değişime karşı bir direnç var. Bir ruhun genç özü kullanarak yaşlanması. Ruhunuz olduğu sürece ona eşlik edecek beden oluşabilir. Ruh canlı olduğu sürece sınırlar yoktur. Kültüre odaklanan değişim birdenbire Maastricht’le akla gelmedi. Dünya o kadar hızlı değişiyor ki Avrupa’nın ekonomisi kötüye gidiyor, Amerika ve Çin ittiriyor ve Avrupa sıkışıp kalıyor. Avrupa’nın etrafında birlik olabileceği tek ana fikir sahip olduğu kültür, ekonomi değil. Amerika, kültürel unsurlarla bağlı değil çünkü kültürde çeşitliliğe inanıyor, Avrupa ise bunun tam tersi.

S - Kültürel alana entegre edilen Avrupa politikalarıyla ilgili şüphelerim var. Kültürel kimliği tanımlayan unsurlara yönelik olarak özellikle bağımsız organizasyonlar tarafından programları aracılığıyla yürütülen çok büyük bir sosyal mühendislik var. Ulus devletler, kültürel politikalar üzerinde AB’nin başka planları kanalıyla “empozeler” gerçekleştiriliyor. Kültür AB mekanizmalarının dolaylı bir parçası olarak orada. Avrupa vatandaşlığı tam olarak nedir? Bunlar kimdir ve bunlara nasıl ulaşırız?

S - Avrupa’nın temel alması gereken kültür fikri biraz daha ciddi biçimde gözden geçirilmeli. Belki bu konuyu biraz daha geniş ele alabilirsiniz. Daha az hariç tutan, daha az elitist, Avrupa’nın farklı kültürel bölgelerini daha az egzortize ve romantize eden bir kültür fikri nasıl olur? Çağdaş sanatı diyalog alanı olarak genişletebilir miyiz? Özel finansman bu alanın üzerinde baskı yaratıyor, bu getirebileceği yeni açılımları tehlikeye sokar mı?

S - Avrupa’nın gündeminde ruh aramanın yanı sıra vücut geliştirme de bulunmalı. Avrupa’nın bedeniyle ilgili sorunları var. Bu beden tam olarak nerede? Kimse Avrupa’daki en büyük ülke olan Rusya’dan bahsetmiyor, o da dahil edilecek mi? Avrupa’nın Katolik ve Protestan olmayan Hristiyanları yani Ortodokslar hakkındaki sorunlardan konuşulmuyor. Bir gün Sırbistan’ın dahil edilmesi hakkında kuşkularım var mesela. Kiril alfabesini kullananlar iyi Avrupalılar mı yoksa 1. sınıf ve 2. sınıf Avrupa vatandaşlığı diye bir şey var mı? Afrika’da bulunan İspanya’ya ait iki büyük şehir zaten Avrupalı, peki o zaman neden Fas da AB’ye dahil edilmesin? Ruh arama sürecinde Avrupa ırkçılık, anti semitizm, faşizm, emperyalizm gibi kötü alışkanlıklarını gözardı edemez.

C(OA)- Ingilizce konuştuğumda genellikle nazik olma eğilimi gösteriyorum onun için şimdi Türkçe cevap vermeyi tercih ediyorum.
Ortaya hep milliyetçilik çıkıyor. Avrupa’nın son 200 yılda geçirdiği geçici bir çılgınlıktır. 18. yüzyılda bazı düşünürlerin yanlış anlaşılması/anlatılması sonucu ya da kapitalist üretim biçiminin gerektirdiği toplumsal örgütlenme biçimi olarak ortaya çıkmıştır. 1945’e gelindiğinde, Hitler’e Mussolini’ye, Dr. Mengele’ye gelince bunun nasıl bir çılgınlık olduğu anlaşıldı. Tarihsel olarak da AB millet devletin bir çıkar yol olmadığının anlaşılması üzerine ortaya çıktı.
Alfred ve Steve “Avrupa’nın ruhu/kültürü olacaksa bunun bütün Avrupalılar tarafından kabul edilmesi gerekir.” Dediler. Bu hiçbir zaman olmamıştır ki…
Örneğin, aynı çağlarda yaşamış Mozart da Kant da Avrupalı. Geriye bakınca perspektif bulanması oluyor. Mozart, müzik tarihinin en büyük bestecisi, Salzburg’dan Viyana’ya geliyor, açlıktan ve sefillikten ölüyor. Kimsesizler mezarına gömülüyor. Aydınlanma çağının en büyük filozofu Immanuel Kant’ın “Saf Aklın Eleştirisi”, 1781’de 750 adet basılıyor. Altı sene sonra düzeltmelerle yeniden bastırmak için baskı masraflarına katılmak zorunda kalıyor. Hangi kültür yaratıcısını toplumlar, kitleler kabul etmiş ki şimdiye kadar? Kültür toplumun en kıyısında yaratılır ondan sonra geniş topluluklar tarafından kabul görür.
Avrupa’nın ortak kültürü, ortak kültürünün olmamasıdır. “Fransız kültürü, Alman kültürü olabilir mi?” diye sordu Enis, evet olamaz. Folkloru olabilir. Mozart’ın yaptığı kültürdür. Avrupalı kültürü yaratıcı kişilerin ürettiği kültürdür. Belirli kültürel çatılar altında olmamasıdır zaten özelliği.

C(RF)- Değişim kavramı ve hızının getirdikleri hakkında. Arada gösterilen “Avrupa” filminde konuşan sanatçılardan birisi, Avrupalı veya Osmanlı olma konusunda dedi ki: “Bu konuda çok şizofrenik hissediyorum. Bosnalı, Arnavut ve Mısırlı kökenlerim var, bu benim sanatımı besliyor, bu belirsizliği veya varoluş durumunu keşfe çıkabilirim. Öteki olduğumda aynı zamanda kendimim de. İleriye ve geriye gitmeyi seviyorum.” Bu sürekli gidip gelme durumu, şu anda Avrupa’nın da içinde bulunduğu durum. Korkuyu türeten bu değişim ve belirsizlik ve önyargıyı türeten korku. Bu olayların makul bir dizilişi.
Bu kadar baskı altında olan çağdaş sanatlar, aynı zamanda birçok soru sorduğu için ve belirsizliklerle oynadığı için de tehlikede. Büyük cevaplar yok, sadece küçük sorular var. Birkaç ay önce Letonya’da bir toplantıdaydım ve oranın Kültür Bakanı dedi ki “Çok zor bir durumdayım. Bir tarafta ulusal folklorik dans topluluğumuzun yeni kostümlere ihtiyaçları var, diğer tarafta ise, uluslararası çağdaş sanatlar alanında zaten kimsenin anlamayacağı radikal deneysel işler sunan bir festival için bir başvuru var. Benim görevim hangisi?” Gündemde devamlı yükselen milliyetçilik ve kimliklerini kaybetmekten ve ötekinin gelişinden korkan insanlar. Genel korkuya rağmen benim düşünceme göre; yeni biçimlerle çalışan sanatçılar; performanslarını sadece kültürün yüceltilmiş kuytularında sunmuyorlar, sokağa çıkarak kentle bütünleşiyor, izleyiciyi de dahil ederek sanatın sınırlarını zorluyorlar.
Opera dikkate bile alınmıyor, birçok insanın bakışında yeri bile yok. Sadece orda varlığını sürdürüyor. Dinamik hale gelmek, her geçen gün etkileşim ve sanatın daha da içinde, insanlar bunun farkına varıyor. Ama kurumlarda ürkeklik var.
Önyargı kavramı. Güliver örneği ilginç. Güliver bir gezgin. Bu korku ve önyargıya karşı koymanın anahtarı, bir kimliği veya ruhu keşfe çıkma ve şekillendirmenin ve çeşitliliğini tanımanın anahtarı; insanlar için seyahat etmek ve yeni şeylerle karşılaşmaktır.
AB dahilinde kültür için bir politika, sosyal mühendislik olmalı mıdır? Bu, ulusal hükümetleri de içine alan bir müzakere olmalıdır. Geçen gün DCMS (Kültür Medya ve Spor Bölümü)’nden bir yetkiliyle konuştum ve dedim ki “Genel olarak İngiltere’nin Avrupa karşıtı olduğunu biliyorum. Avrupa içinde müthiş bir fırsat, en az kültürel sermaye kadar önemli olan sosyal ve kültürel bir sermaye var. Neden sanatta Avrupa’yla daha fazla işbirliği yapmıyoruz, neden gündemi etkilemeye yardımcı olamıyoruz?”. Yetkili dedi ki; “Gerçek şu ki, pazarlar Avrupa’da değil Çin’de ve Hindistan’da.” Onları telefonla aradığımda konuşmak istediğim herkes gerçekten Çin’deydi. Her şey ekonomiyle bağlantılı. Diğer husus da, sanatın enstrümentalizasyonu, uluslararası sanatın da.

C(SA)- Iki konuşmacı bana Beyaz Rusya’ya seçimlerden önce gerçekten kısa bir süreliğine demokratik bir toplum oldukları bir dönemde yaptığım bir ziyareti hatırlattı. Beyaz Rusya’da kültür için bir üniversite kurulmuştu. En az 2000 öğrenci sınıflarda toplanarak folklorik dansları, şarkıları ve törenleri yeniden kurmaya çalışıyordu. Bunların orijinalde de Beyaz Rusya’ya ait olup olmadığı konusunda kimse kesin bir karara varamadı. Bu bölgenin muhtemelen hiç simgesi olmamış milliyetçiliğin yeniden inşası. Kültür politikası çağdaş sanatçıları marjinalize etmede kullanılan bir araç mıdır? Kültürel ifadenin seviyeleri ve vatandaşların dahil edilme yolu için karşılıklı bir anlayış olabilir mi? Bu soru en azından Beyaz Rusya için şimdilik havada asılı.

C(AP)- “Değişimin etkisi” ile ilgili soruyu sevdim.
Globalizasyonun kültür üzerindeki etkisi. Globalize bir kültürümüz var ve kültüre ilişkin deneyimlerinizi karşılaştırdığınızda kameranın açısının genişlediğini göreceksiniz. Uluslararası kültür haritasında bir noktadan başka bir şeyden ibaret olmayan alanlardan çok satan Salman Rushdie veya Gabriel Garcia Marquez gibi yazarlar çıkıyor. Globalize kültürün bazı göstergeleri var, yıldız-sistemine göre organize ediliyor, eklektik ve her yerde her şeyi aynı zamanda yapma imkanı tanıyor.
Benim açımdan en önemli globalize sanatçılardan biri film Yönetmeni Ang Lee ve filmleri; Kaplan ve Ejderha, aile romanı Buz Fırtınası, Jane Austen hikayesi Duygu ve Duyarlılık ve son filmi Brokeback Dağı. Sanatın içindeki yeni fenomenle karşı karşıyayız.
Sanatın tanımı ile ilgili soru bir tuzak. Sabit kimliklerimiz değil, sabit efsanelerimiz var. Göçmen Fenikeli prenses Avrupa ve ona aşık olan Zeus’un efsanesi .Üzücü bir ihanet ve tecavüz hikayesi. Dışarıdan anlatılan bir hikaye. Biz akşam ülkesi Erep’iz ve güneşin battığı batıyız. Güliver olarak seyahatinize güneşin doğduğu yer olan şarkta başlıyorsunuz ve seyahatinizi güneşin battığı yerde tamamlıyorsunuz. Avrupa hatta anlambilimsel düzeyde görülüyor, dışarıdan görülüyor, dolayısıyla kültür kırılmış kimlik sorunumuzu çözmede bize yardımcı olamaz. Biz post moderniz. Bir bedenimiz yok, ruhumuz yok. Avrupa, kültürel politikaların tanımında rol oynadığı bir politik kategori.

C(EB)- Boğazı aşan öküz hikayesinde kulaktaki sineğin işlevini üstleneceğim ve ısrarla vızıldamaya devam edeceğim.
Rusya sorusu bana toplam olarak bir dizi sorunun eşiğini işaret etti. Konuşmayı ertelediğimiz/ertelendiğini gördüğümüz bazı konular var. Avrupa “Şimdi sırası değil” tavrı içinde. O zaman gövdenin ve ruhun tarifi de belirsiz bir tarihe erteleniyor. Bu da başka gerilimlere yol açıyor. Sanki aramızda görmemizi engelleyen bir perde var. Belki de perde kalksa Avrupa’nın olamayacağını göreceğiz, bilemiyorum.
Örneğin, Barcelona futbol takımında oynayan başarılı Afrikalı sporcuya maymun taklidi yapan seyirci, İtalya’da ırkçılığıyla tanınan ve övünen futbol takımı Lazio. Yabancıyı dışlama kültürel genlere mi sinmiş, bunlar gündelik hayatta karşımıza çıkan sayısız örnekten yalnızca birkaçı. Bu bizleri tedirgin, rahatsız ediyor.
Sanat, kültür, edebiyat dünyasında sanki Türkiye, Rusya gibi ülkeler kontenjan ürünü olarak görülüyor gibi geliyor. Hoşgörü gösteriliyor gibi. Genel tablodan bu izlenime kapılıyorum. Eğer gerçekten 1. ve 2. sınıf Avrupalı meselesi varsa, o zaman Adorno’nun tüm görüşlerine katılmasak da hayati bir tehlikeyle karşı karşıya kalmayız, peki ya Mengele, buna cevap verilmedi. Valéry 1945’te “Uygarlıkların ölümlü olduğunu öğrendik” dedi, aradan geçen bunca yıla rağmen, hala bunu anlamayan liderler var. Israrla vızıldamamın sebebi bu.

C(AP)- Dürüst olmalıyız. Kendi kültürel davranışlarımıza bakmalıyız. Ne okuyoruz, ne dinliyoruz, kime hayranlık duyuyoruz, televizyonda ne izliyoruz (CSI Miami mi, Arte mi)? Her birimiz kendi şahsi kültür profilimizi çıkarmalıyız. Herkes kendine kültürel davranışlarının ne kadar Avrupalılaştığını sormalı. Parçalarına ayrılmış bir kimliğim mi var?

C(SA)- Çok Avrupalı bir yaklaşım oldu diyebilirim.

C(RF)- 60’larda ailemle beraber Avrupa’da dört ay süren seyahatler yapardık. Romanya, Polonya, Yunanistan. Aslında altıncı yaşgünümü İstanbul’da kutladım. Bu seyahatler bana çok şey öğretti. Daha çocukken Avrupalıları tanıdık, kokularını, seslerini. Ülkelerin fakirleştikçe daha misafirperverleştiğini deneyimledik. Benim için şoke edici olan, her seyahate çıkışımız öncesinde arkadaşlarımızın anneme “Çocukları nasıl demir perdenin arkasına götürürsün?” demeleriydi. Bir korku, önyargı, insanların zihinlerindeki engel vardı... Annem yıllar boyunca edindiği deneyimleri kaleme aldığı bir günlük/kitap tuttu. Ondan bir alıntı yapmak istiyorum: “Çocuklarla seyahat ederek bilinmeyene dalmakla akıllıca bir iş yaptığımızı düşünüyorum. Çocuklarla kuramsal hareket etmek imkansız. Bir aile olarak birçok ülkenin insanlarının sevinçle karşıladığı misafirler olduk. Eninde sonunda her şey insanlara bağlıdır, insanlardır önemli olan. Farklı çeşnilerle de olsa insanlar her yerde aynıdırlar. Bir zamanlar Pasternak’ın yazdığı gibi: Yapma kudretine sahip olduğumuz tek şey varsa o da, yaşamın canlı sesini bozmamaktır.”
Sanatçılar olarak yaratıcı gücü kendilerine göre arama ve keşfetme yollarında, yaratıcı birey olarak, eğer gerçekten ve samimi olarak açıksanız o zaman büyük ihtimalle yaşamın canlı sesini tamamen bozmayacaksınızdır.

C(OA)- Milliyetçilik koli basili gibi tekrar tekrar ortaya çıkıyor. “Kültür politikasının olmamasına çalışmak gerekir” kültür politikası. “Şunu yapalım, bunu yapalım” denmesi, gerçek kültürün aleyhine çalışır.
Kültür insan topluluklarına ait bir şey değildir. Dünya edebiyatı kavramını ilk kez Goethe kullanmıştır.

C(EB)- 1974’te yurtdışında öğrenciydim. O dönemde sokakta gözüpek, medeni cesareti gelişkin Fransız bir arkadaşım yanımdayken tutkuyla bağlı olduğum yazar Samuel Beckett’a rastladık. Yanına gidip tanıştı ve beni de tanıştırdı. Onun üzerine beraber bir bira içmeye gittik. Ben de kendisine içinde ismi geçen kitabımdan bahsettim, Türkiye’ye dönünce de bir kopyasını adresine gönderdim. O da bana şimdi masamın başında bir çerçevede duran bir teşekkür mektubu göndermişti. Geçenlerde Arte’de yedi saatlik bir Beckett belgeseli izledim ve kitaplarını yayınlayan Ayrıntı Yayınları’nı arayarak nasıl bir anma düşündüklerini sordum. Kitapların fazla satmadığını öğrendim. Cumhuriyet Kitap’ta ve Ömer Madra’yla Açık Radyo’da Beckett’ı hatırlatmaya çalıştık. Biz de Avrupa fikri için bir şeyler yapıyoruz.
İyimserliklerimizin veya harcadığımız enerjinin yanında uyanık da olmak zorundayız. Hepimiz “daha düzgün” bir hayat daha aydınlık bir dünya istiyoruz.

C(SA)- Bu inanılmaz salonda bile atmosfer yaratabiliyor ve sonuç itibariyle bir sonuç olmadığı sonucuna varabiliyoruz. Yine de tartışmaya devam etmemiz gerekiyor. Bir sonraki Berlin toplantımız AB’nin şu anda Komisyonerleri olan politikacıları dahil etmeye çalışıyor, onları Berlin’e davet ettik ve çok genç gelecek Avrupalıların eşlik ettiği belli yaştaki Avrupalı kişilikler tarafından sorgulanacaklar ve ana mevzu “Günlük işinizin kültürel unsurları nelerdir ve işiniz masa başında tartışılan değerlere nasıl katkı sağlıyor?” olacak. Bir sonraki konferans 17-19 Kasım arasında gerçekleşecek ve konular da aşağı yukarı belirlendi. Size daha fazla bilgi içeren mesajlar gönderebiliriz ve sorulması gereken soruların özellikleri hakkındaki sanal tartışmaya katılmak üzere davetlisiniz. Bu da onun için çalışmaya can attığım yurttaşlıkla ilgili hareketin bir parçası. İnsanlar kendi yerel ortamlarında fikirlerin hareketliliğini sağlamada pay sahibi olmak istiyor, bu deneyimlerden bir tanesiydi. Çeşitlilik arzeden fikirlerin yanı sıra bir dizi çeşitli tartışmaya da ihtiyacımız olduğu aşikar. Aksi takdirde çok ulaşması kolay olur, eğer gerçekten Avrupa’yı hedefliyorsak bu ulaşması çok kolay, rahat bir çaba değil.

Hiç yorum yok: